Bu Yazi Denemesi
Hazirlik Asamasinda Olup Tamamlanmamistir, Erkan Kiraz
25.08.2001.
Tentative
edition and asseyed by Erkan Kiraz
on 25.08.2001.
Bir Zamanlar
Derince & Akıp Giden Yıllar
1. Derince’ nin Antik Çağlardaki Konumu
1.1. Anadolu’ nun ve İzmit’ in Bitinya Krallığı Öncesi Durumu
1.2. Anadolu’ nun ve İzmit’ in Bitinya Krallığı Dönemindeki Durumu
1.3. Anadolu’ nun ve İzmit’ in Roma İmparatorluğu Dönemindeki Durumu
1.4. Anadolu’ nun ve İzmit’ in Bizans İmparatorluğu Dönemindeki Durumu
1.5. Anadolu’ nun ve İzmit’ in Osmanlı İmparatorluğu Dönemindeki Durumu
1.6. Kral ve Yönetici Adları
1.7. Iimitli Hristiyan Azizler
1.8. Tarihi Belgelerde Derince
1.9. İzmit’ e Hizmeti Gecmiş Sıradan ve Önemli Kişiler ve Olaylar
1.10. İzmit’ te Arkolojik Kalıntılar ve Tarihi Eserler
2. Kocaeli İlbaylığı ve İlbaylığa Bağlı İlçe ve Belli Yerleşim Yerlerinin Kısa Öyküleri
2.1. Adapazarı (Sakarya)
2.2. Akmeşe (Armaşa, Arbaş)
2.3. Arslanbey (Arslanbeg)
2.4. Balaban
2.5. Büyük Derbent (Hikmetiye)
2.6. Bahçecik
2.7. Darıca
2.8. Değirmendere
2.9. Diliskelesi (Dilovası)
2.10. Eskihisar
2.11. Gebze
2.12. Geyve
2.13. Gölcük
2.14. Hereke
2.15. İzmit
2.16. Kandıra
2.17. Karamürsel
2.18. Karasu
2.19. Sapanca (Ayangölü, Ebe Suyu)
2.20. Taraklı
2.21. Tavşancıl
2.22. Yarımca (Körfez)
2.23. Yuvacık
3. Derince Adı Nerden Gelmekte ve Öyküsü
4. Osmanlı İmparatorluğu’ nun Bölünmesi ve Parçalanması Dönemi
5. Birinci Dünya Savaşı
6. I. Balkan Savaşları
7. II. Balkan Savaşları
8. İzmit’ in İngiliz ve Yunanlılarca İşgali ve Derince’ nin Durumu
9. Kurtuluş Savaşı Yılları ve Derince’ nin Durumu
10. İzmit’ li Gaziler
11. İzmit’ li Şehitler
12. İzmit’ li Savaş Esirleri
13. İkinci Dünya Savaşı
14. Cevat Abbas Gürer Paşa, Cevat Abbas Paşa Köşkü ve 1. İlkokulu’ nun Öyküsü
15. Cumhuriyet Dönemi ve Derince’ nin Durumu
16. Atatürk’ in İstanbul Gaztecileri İle İzmit’ te Yaptığı Basın Toplantısı
17. Atatürk’ ün Türk Dostu Fransız Gazteci İle Yaptığı Görüşme
18. Osmanlı İmparatorluğu ve Genç Türkiye Cumhuriyeti Demiryolları’ nın Öyküleri
18.1. TCDD Demiryolu Öyküsü ve Ulaştırma Bakanlığı Web Sayfası
18.2. İstasyon Binası ve Eklenti Binaları
18.3. İstasyon Parkı, Ağaç Çeşitleri ve Yapılışı
19. Derince Limanı’ nın 1900-1904 Yılları Arasında Almanya Tarfından Finanse Edilip Yapılma Öyküsü ve Görüntüleri, Görev Yapmış Müdürler
19.1. İdari Bina
19.2. Fırın Binası
19.3. İşçi Koğuşları
19.4. Atölye Binaları
19.5. Donanım ve Vinçler
10. Mannesmann Rohren Werke Komotau Bayrak Direği
11. Atatürk’ ün Derince’ ye Tren ile Gelişi
11.1. Romanya Göçmenleri’ nin Derince’ ye Yerleştirilme Emri Ve Olay Görüntüleri
11.2. Derince’ nin ilk Birinci İlkokulu Açılış Öykü Ve Görüntüleri
11.3. Cevat Abbas Paşa Köşkü Öyküsü ve Görüntüleri
12. Manalar’ ın Öyküsü ve Görüntüleri
12.1. İlk Hapishane
12.2. Derince’ ye Ekmek Verilmesi
12.3. Derince’ ye Yemek Sağlanması
12.4. Pilav Günleri
12.5. Cephanelik Patlaması
13. Travers Fabrikası, Görev Yapmış Müdürler
13.1. İdari ve Atölye Binaları
13.2. Petter Jeneratörü
13.3. Derince’ ye Elektrik Verilmesi
14. Romanya’ nın Tarihi, Osmanlı-Romanya Savaşları ve Romanya’ nın Bağımsızlığı
15. Romanya ile Yapılan İkili Anlaşmalar ve 1935 Büyük Romanya Göçü Öyküsü ve Görüntüleri,
16. Romanya Göçmenlerinin Geldiği Bölgeler
17. Tatarların Romanya’ daki Durumu ve Türkiye’ ye Göçleri
18. Çingenelerin Romanya’ daki Durumu ve Türkiye’ ye Göçleri
19. Türkler’ in Romanya’ daki Durumu ve Türkiye’ ye Göçleri
20. Romanya Kökenlilerin Romanya’ ya Göçleri ve Yerleştikleri Yerler
21. Goçmenler ve Osmanlı İmparatorluğu ile Genç Türk Cumhurtiyeti’ ne İlk Göçler
22. 1950 Büyük Bulgaristan Göçü ve Derince’ ye Yerleşimleri
23. Bulgaristan’ nın Tarihi, Osmanlı-Bulgaristan Savaşları ve Bulgaristan’ nın Bağımsızlığı
24. Bulgaristan ile Yapılan İkili Göç Anlaşmaları
25. Bulgaristan Göçmenlerinin Geldiği Bölgeler
26. Bulgar Kökenlilerin Bulgaristan’ a Göçleri ve Yerleştikleri Yerler
27. Akmeşe Ermeni Papaz Okulu ve Öyküsü
28. A.B.D. ve Osmanlı İmparatorluğu’ ndaki Misyonerlik Etkinlikleri
29. Bahçecik Amerikan Misyonerlik Okulu; Bithynia Collage
30. İzmit ve Çevresinden Giden Azınlık Göçmenleri ve Gittikleri Yerlerdeki Öyküleri
31. Derince Limanı Buğday Siloları
32. Derince Limanı Ulaştırma Birliği
33. Derince Limanı Marshal Askeri Yardım Sevkiyatı
34. Topallar Köyü (Çınarlı’ nın Öyküsü)
35. Derince’ de İlk Muhtarlık
36. Derince’ de Görev Yapmış Muhtarlar
37. Derince’ nin Belediye Oluşu ve Belediye Başkanları
38. Derince’ nin İlçe Oluşu ve Kaymakamlar
39. E-5 Karayolu’ nun Geçirilişi
40. Derince Karakolu ve Görev Yapmış Komiserler
41. Derince’ ye İlk Elektrik’ in Verilmesi ve Trafo’ nun Kuruluşu
42. Derince’ ye İlk Şebeke Suyu’ nun Verilmesi
43. Derince’ de İlk Ulaşım Olanakları
44. Derince’ de İlk Dolmuş ve Otobüs Durağı
45. Derince’ de İlk Taksi Durağı (Birlik Taksi)
46. Derince’ de Dolmuş ve Otobüs Durağı
47. Derince’ de İkinci Taksi Durağı (Saray Taksi)
48. Derince Alt Geçit’ in Yapılması
49. Çelik Sanayi & Görev Yapmış Müdürler
50. Petrol Ofisi, 1952, & Görev Yapmış Müdürler
51. Petrol Ofisi Mağdeni Yağlar Tesisleri & Görev Yapmış Müdürler
52. Shell Oil Co. & Görev Yapmış Müdürler
53. Koruma Tarım & Görev Yapmış Müdürler
54. Demireller & Görev Yapmış Müdürler
55. Çenesuyu ve Kaşık Tesisleri’ nin Öyküsü
56. Duramel & Görev Yapmış Müdürler
57. Türkkablo A.O. 1963 & Görev Yapmış Müdürler
58. Un Fabrikası & Görev Yapmış Müdürler
59. Derince’ ye Hizmeti Geçmiş Kişiler
60. Derince’ nin de Etkilendiği Deprem Felaketleri ve Geçmişte Yaşanmış Depremler
61. Kaynakça ve Yararlanılan Eserler
62. Derince’ nin Geçmişi Denemesi İlgili Yapılan Yazışmalar
63. Antik ve Tarihi Konular İçin Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Kişisel Sözlüğü
Anılarımı ilkin ve öncelikle, sevgili ve rahmetli babam Mehmet, sevgili ve çilekeş annem Necmiye ve yaşamımın her türlü zorluk ve güçlüklerine benimle birlikte katlanmış sevgili kardeşlerim Heyecen, Hanife ve Huriye’ ye, ikincil olarak hayatını benimle paylaşan pek sevgili eşim Hanife, sevimli ve cici kızlarım Bengisu ve Aybüke’ ye, üçüncül olarak eşimin değerli babası Ali Osman, sevgili annesi Zeliha, kardeşleri rahmetli Özgen ve sevgili Nalan ve Barış’ a, son olarak ta yaşamım boyunca hayatı acı ve tatlı yanları ile bir şekilde benimle paylaşmış sevgili öğretmenlerim, yakın dost ve arkadaşlarıma ve anılarımın kaleme alınmasında katkıları olanlar ile tüm Derinceli ve İzmitliler ile gezip dolaştığım tüm çevre yerleşim yerleri ve köylerinde anılarını ve bildiklerini benimle paylaşan pek değerli tüm İzmitlere ithaf ediyorum.
Bendeniz, Mehmet’ den olma, Necmiye’ den doğma, Erkan Kiraz, birinci resmi kayıta göre bin dozuz yüz altmış yılının Ekim ayının on beşinci günü, tashih (düzeltilen) edilen ikinci resmi kayıta göre bin dokuz yüz elli beş yılının Ekim ayının on beşinde, Derince’ nin merkezinde dünyaya gelmişim. Doğumumdan itibaren hastalığım nedeniyle, sanırım benden ümit kesildiği için kayıtlarda bazı terslikler olmuş. Bana nüfus kağıdı 1960 yılında çıkartılıp doğum tarihim 1960 olarak kaydedilmiş, ama düzeltme ile doğum tarihi sonradan 1955 olarak düzeltilmiş. 1955 kayıtları doğruysa bu durumda bana doğumumdan 5 sene sonra kimlik çıkartılmış. Bu durum yedi yaşına ulaştığımda ilkokula başlamamda engel oluşturmuş.
Derince modern zamanlarda, Kocaeli-İzmit şehrinin taze bir ilçesi ve belediyesi olan bir beldesidir. İzmit merkez’ e yaklaşık olarak 8 Km mesafede ve İzmit’ in doğu tarafında yer almaktadır. D-100 karayolu bu yerleşim yerini adeta ikiye böler gibidir ama aslında yerleşim zaman içersinde tamamen kendisini eski adıyla E-5 olan yolun etrafında toparlamış daha sonra geriye kuzeye, doğu ve batıya doğru genişlemiştir.
Derince’ nin geçmişine, hatırlayabildiğim zamanlardan ve mekanlardan başlayarak bir göz atacağım. İlkokula başlama yaşım doğum tarihim gibi biraz çelişkilidir. Kimliğimin geç alınması ile ilkokula başlamam gecikmiş. Yaşıtlarım doğal olarak yedi yaşlarına ulaştıklarında birinci sınıfa başlamışlar. Bense ilkokula hem geç başlamışım hem de kısa süre sonra ikinci yada üçüncü sınıftan devam etmişim okula. Bu hesaplamalara göre anlatmaya başlayacağım zaman dilimi 62 ve 63lerden başlamış olacaktır. Daha berrak hatırlayabildiğim zaman başlangıcı galiba tarihleme olarak ilkokul üçüncü sınıftan itibarendir. Bu zaman dilimi ise olasılıkla 65lere denk gelmektedir. Bir zamanlar Derince anılarımın küllerini kaldırma ve tozlarını havalandırma gayretim, denememin bazı bölümlerinde belli bir sıralama yada düzeni takip etmeyecektir ama bazı bölümlerde de belli bir sıralamayı takip edecektir. Yola çıkış noktam anılarımın bir şekilde bir yerinden başlayacak, birbirini tetikleyen bir dizi mekan, mekanların özellikleri, o mekanlara soluk ve yaşam veren insanlar ve o insanlarla olan toplumsal ilişkiler anlatımı bir noktadan diğer bir noktaya, bir insandan başka bir insana sürükleyecektir.
Yapmaya çalıştığım bu deneme ilkin ve öncelikle beni mutlu etmekte ve severek ve isteyerek zorluk ve meşakkatine katlanmaktayım. Yazdığım her cümlede, dinlediğim her öyküde, anlatılan her geçmiş yaşamda kendimden, kendi yaşantımdan, bana yakın olanların, arkadaşların ve dostların yaşantısından izler ve anılar buldum. Anıların sisli-puslu yollarında dolaşmak beni çocukluk günlerime taşıdı. Sohbetlerimizde her katılımcı ile hep birlikte geçmiş zamanlara dalıp gittik. Beş on dakikalık sohbet ricalarım ayak üstü sohbetinden saatler süren ve katılımcıların bırakmak istemedikleri muhabbetlere dönüştü. Yaptığım her ön hazırlık, denememi kaleme alış ve sonraları adım adım yaptığım tüm sohbetler boyunca kendimi sisli ve gizemli bulutlar arasında yukarılarda bir yerlerde hissettim.
Aktaracağım bilgi, öykü ve yorumların, hepsinin, tamamen ve kesinlikle, doğru ve gerçek olduklarına dair bir savım bulunmamaktadır. Aktarmaya çalıştığım her bir olay, farklı kişilerce çok farklı bir şekilde anlatılabilir yada aktarılabilir. İfadelerimde ve aktardığım anlatım ve yorumlarda kesinlikle kişilere, resmi yada sivil kurum yada kuruluşlara, makam ve mevkilere yönelik ne bir övgü nede bir yergi söz konusudur. Amacım geçmişte yaşananlara, yaşadıklarıma, çocukluğumdan bu yana yakın yada uzak çevremde Derince yaşamlarına ortak olmuş bireylerin yaşamlarına çocuksu gözlerimle başlayarak bugünkü bakış açılarımla bir yansıtıcı işlevini yerine getirmekti. Eski zamanlarla gelecek zamanlara ayna olabilmekti. Bunu ne derece başarabildim bundan pek emin değilim. Ama emin olduğum bir nokta var ki bunu herkesin denemesini isterim. Oda kalıcı bir şeyler yapmaya çalışmak. Ben yazmayı ve var olanların görüntülerini gelecek zamanlara aktarma uğraşısını seçtim. Olanları ve yaşanılanları, insanların hissettiklerini, kederlerini ve sevinçlerini, bakış açılarını ve duygularını benimkilerle birleştirerek olduğu gibi , ne fazla ne eksik aktarmaya çalıştım.
Yer, sokak ve cadde isimlerini çocukluğumdaki gibi tanımlamaya ama günümüzle bağlantı kurmak içinde mevcut isimleri ile aktarmaya çalıştım. Ama gelecekte şu anda var olan isimlerin ne derece kalıcı olacağını pek bilmiyorum. Türkiye’ de sokak, cadde, semt ve mahalle isimlerinde pek kalıcılık yoktur, zaman içinde siyasi bakış açılarına, belli değerlendirmelere göre değiştirilebilirler, değiştirilen isimler bir sonraki gelenler tarafından yeniden değiştirilebilir.
Biz Türklerde, görüntüleme ve yaşanılanları yazıya dökme pek tutulmayan ve ilgi görmeyen uğraştır. Bu genel özelliğimize rağmen bir takım görüntü-sever ve yazı-sever kişilerin mutlaka bir şeyleri kaleme aldığına ve geridekilere belli görüntüleri bıraktıklarına eminim. Ancak yapılanlar bir şekilde bir yerlerde, tozlu raflar altında, gözlerden ırak yerlerde kalmakta ve ilgilenen insanların erişimi dışına düşmektedir. Derince’ nin geçmişine uzanmaya çalışırken yapmış olduğum bireysel tüm çabalarıma rağmen, ne kurum ve kuruluşlardan ne de bireylerden ciddi sayılabilecek, her hangi bir belge, kitap yada görüntü elde edebildim. Öğrendiğim kadarı ile 1900 ile 1935 yılları arasında yaşanan hızlı ve çalkantılı ulusal ve uluslararası olayları bugünlere aktaran belli arşiv ve resimler mevcutmuş. Sözü edilen belge ve resimlere ulaşmak neredeyse olanaksızdı. Ulaşmak için elimden gelenin çok ötesinde çabalar sarf ettim. Ama başaramadım. Ulaşabilmiş olsaydım var olan belge ve resimleri burada gelecek kuşaklara aktarmak ne güzel olurdu.
Geçmişe ait öyküleri genelde anlatılanlardan aktardım. Anlatanlar Derince’ nin ikinci kuşağını oluşturan insanlardı. Bu öyküleri sağlamak için bir çok kişi ile saatler ve günler süren sohbetler yaptım, notlar tuttum, tuttuğum notları yazıma aktardım. Bu beni tatmin etmedi, aktaracağım bilgileri belli belgelere dayandırmak istiyordum. Derince’ ye ta başından beri hayat ve soluk vermiş belli mekanların ve nesnelerin resimlerini çekerek onların canlı görgü tanıklarım olmasını istedim. Limanla olasılıkla aynı zamanlarda yani 1887 ile 1900 yıllar arasında yapılmış olan Ekmek Fırını’ nın, Atelye Binaları’ nın, İşçi Koğuşları’ nın, Liman İdare Binasını’ nın, Mannesman Rohrenwerke Firması’ nın ürettiği Bayrak Direği’ nin, Dizel ile çalışan Tren Makinası’ nın, İstasyon Bina ve Eklentileri’ nin, yaşları yüzün üzerinde olan Ağaçların, Derince’ ye ilk ışığı veren Travers Fabrikası Jeneratör’ ün görüntülerini kaydettim. Bana bu olanakları sağlayan insalara minnet borcum olduğunu ifade etmek isterim.
Bunun yanında 1. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı zamanlarında Derince’ nin ne durumda olduğunu kütüphanemde ve kitapçılarada var olan kitaplarda izlerini sürmeye çalıştım. 1. Dünya Savaşı patlak vermeden önce Almaya’ nın Bağdat-Anadolu Demiryolu Hattı’ nın ve Derince Limanı’ nın neden finanse edip bizzat yapımını üstlendiğini izlerini sürdüm. Kafkaslarda yaşanan karkaşalarda Anadolu’ ya yapılan büyük göçleri izledim. Balkan kargaşalarında, Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan devletlerinin ortaya çıkışlarını ve Kurtuluş Savaşı sonrası bu ülkelerle genç Türk Cumhuriyeti’ nin yapmış olduğu Mübadele (Karşılıklı Yerdeğiştirme) Sözleşmeleri’ ni araştırıp Mübadele Muhacirleri’ nın (Yerdeğişim Göçmenleri) durumlarını inceledim. Elde ettiğim bilgileri aktarmaya çalışacağım.
Kanıtlara dayandırma konusunda yapacağım en son çaba, Almanya, Mannesmann Rohrenwerke Firması, Romanya ve Bulgaristan devletleri’ nin arşivlerine başvurmaktır. Şayet ilgili arşivlere ulaşabilir ve bu arşivlerin İngilizce çevirilerini elde edebilirsem bu bilgileri oldukları gibi aktaracağım. Şayet elde edeceğim bilgiler ile birlikte resimlerde elde edebilirsem bu benim için büyük mutluluk olacaktır.
Ben Derince’ nin geçmişinin bir kesitine ışık tutmaya ve bu zamanlarda olanları ve yaşanılanları belgelemeye ve yazıya dökmeye çalıştım, umarım başka zaman dilimlerini de başka Derince sevdalıları anlatır ve belgeler. Denemem benden sonraki insanlara ışık tutar ve katkı sağlarsa bundan memnun olurum.
1900’ lerden 1930’ lara değin Derince’ ye ilişkin anı ve bilgiler konusunda bir şeylerin kaleme alınıp alınmadığı konusunda somut verilere ulaşmış değilim. Ancak Nazım Hikmet’ in bir şiirinde, bazı İngiliz, Alman ve diğer ulusların arşivlerinde Derince’ nin yer aldığını kesinlikle biliyorum. Nerden mi? Marmara Bölgesi ta Sapanca’ ya kadar İngiliz Donanması’ nın işgali altındadır. Yunan işgal kuvvetleri ta Yarımca’ ya kadar gelmişlerdir. Öğrendiğim ilk yerleşim 1930lara denk düşmekteymiş. 1930 ile 1962 yılları arasında kalan zaman dilimi ile ilgili anılarını yazan var mıydı ve bu zaman dilimlerinde Derince nasıldı, yerleşimi, coğrafi durumu, nüfusu ve sosyal yaşamına dair bilgiler neydi?, bunlar pek bilinmiyor. Bu zaman dilimlerine ait bilgilere sahip olanlarda anıları ile birlikte teker teker bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Ama yabancı kaynaklarda yer alan bilgileri ileriki sayfalarda aktaracağım.
Bir Zamanlar Derince ve Akıp Giden Yıllar denemem, benim uzun soluklu ilk yazı çalışmam olacaktır. Bu denememe kadar bir çok kısa soluklu yazı, anı ve gezi yazılarım oldu ama hiç birisi bu denemem kadar beni zevklendirip mutlu etmedi. Yazmaya çalışırken hissettiğim ve duyduğum mutluluk, harcadığım maddi ve manevi çabalara, gayret ve yorgunluklara çok ama çok değdi. Anıları tazelemek ve kayıtlarımı teyit etmek amacıyla yapmış olduğum söyleşilerde, gözlemlediğim anılar sadece benim değildi, herkesindi. İnsanlar anlatırlarken dalıp gidiyorlardı anılarına ve süre uzayıp giderken koparmak, bitirmek istemiyorlardı anlattıklarını.
Anılarımı ve belleğimi canlandırmak ve teyit etmek için
birçok eski Derinceli, Derince’ de resmi yada sivil olarak görev yapmış
insanlar, onların torunları yada belli yaşa ulaşmış ama hala ilk günleri berrak
bir şekilde hatırlayan kişilerle sohbetler yaptım. Kendilerine, bizzat şahsim ve
Derince’ ye katkısı olmuş ama aramızda bulunmayanlar adına teşekkürlerimi sunmak
istiyorum. Görüştüğüm ve bu denemenin oluşmasında bizzat katkıları olan
kişilerin isimlerini abecesel olarak sıralamak istiyorum.; ilkokul arkadaşım
Yüksel Günaydın’ nın ağbisi Sn. Adnan Günaydın, ilkokul
arkadaşım ve eşi Sn. Adnan Yüksel-Nihal Çevik,
babamın iş arkadaşı ve aile dostu Sn. Ahmet Batur, Liman Personel
Müdürü Sn. Ahmet Seven, Derince Eczanesi’
nin sonraki sahibi Sn. Ahmet Sunmak, Eski Çarşı
esnafından Sn. Ali Balcı, Sn.
Hüseyin Yolalandan, Haci Veli Toplu’ nun torunu Sn.
Caner Toplu, Eski Çarşı’ nın en eski kara fırınının sahibi Sn.
Nizamettin Balcı’ nın oğlu Sn. Cemalettin Balcı, Pirireis
İlkokulu öğretmenlerimizden Sn. Emin Yıldızhan, Travers
Fabrikası Müdürü Sn. Fahrettin Ağiç, Turgut Reis
İlkokulu Müdürü Sn. Fazlı Cengiz, Pirireis İlkokulu'
ndan sınıf arkadaşı ve 44 Evler' den Sn. Feridun Özkan, Eski Çarşı ve Esi
Limanyolu Berberlerinden Sn. Hamza Öz, çocukluk arkadaşım ve
sevgili dostum Sn. İsa Batur, Sarısakalı’ ın torunu
ve Şerafettin Amca’ nın oğlu Sn. Kadir Akyol, Eski Çarşı’ nın en
eski berberlerden, İstanbul Kadıköy asıllı, Cici Berber’ in sahibi Sn.
Lütfü Özkan, ilkokul arkadaşım A.Y.Çevik’ in eniştesi ve ablası Sn.
Mecit-Hanife Toksöz, ilkokul arkadaşım Sn. Fatma Akın’ nın erkek
kardeşi, Sn. Mehmet Akın, Liman Müdürü Sn.
Mehmet Akif Ersoy, ilkokul ve çocukluk arkadaşım Sn.
Metin Uysal, ilkokul arkadaşım ve kardeşi Sn.
Mustafa & Kemal Atmaca, Sucu Mehmet Durmaz’ ın oğlu Sn. Nazmi Durmaz, Sn. Nazmi Küçük, Üst Çarşı’ nın en
eski berberlerinden Sn. Necmi Pala, Tatar Emrullah Amca’
nın en küçük oğlu Sn. Nurdoğan Dizbay, Eski Çarşı
esnaflarından Sn. Özden İnce, Sn.
Recep Aslantaş, yoğurtçu Sn. Saim ve Cengiz Erdemir, Sn.
Salih & Salim Siyahdemir, süpürgeci Sn.
Salih Çelik, Derince Eczanesi’ in en kıdemli ve faal kalfası Sn.
Sami Sivri, sobacı Sn. Şenol Çamlıca, Nogay
Tatarlarında Shell emeklisi Sn. Şevket Çelik, Sn.
Turan Balcı, Babası Bingöl’ lü göçmen işçilerden olan, Mahle Piston
Emeklisi Sn. Turgut Keskin,
Türkiye’ den
deneme çalışmama yakınan ilgi gösterip katkı sağlayan Sapanca Belediyesi’ nden
saygıdeğer Cemal Kar’ a, İzmit Bizim Kocaeli Gaztesi’ nden
saygıdeğer Mehmet Çavuş’ a, İstanbul
Yakacık’ tan saygıdeğer Mehmet Toluay ve değerli eşi
Diane’ e, Ankara’ dan
saygıdeğer Mustafa Tuncel’ e, Istanbul’
dan saygıdeğer Savaş Karakaş’ a, İstanbul
Kanlıca Lions Kulübü’ nden saygıdeğer Sibel Avcı’ ya
minnettarlığımı sunarım.
Yukarıda
sıralananlardan başka, Internet’ te yaptığım arama ve taramalar esnasında
tanışma fırsatı bulduğum saygıdeğer dostların ve bu değerli dostlar kanalı ile
tanıştığım diğer değerli dostların katkılarını anmadan geçmem olanaksızdır.
Özellikle beni yakınen tanımadıkları halde böyle bir çabanın peşinde olduğumu
bilmeleri ve onlarında böylesine ulvi bir çabada bir nebzede katkıları olması
düşünceleri nedeni ile karşılıksız ve beklentisiz dünyanın farklı köşelerinden
email mesajlari ile sağladıkları bilgiler, posta yolu ile tarafıma gonderdikleri
belge ve resimler ve her türlü destekleri için A.B.D’ den saygıdeğer Dave Landowne’ ya, Polonya’ dan
saygıdeğer Julian Putowski’ ye, Fransadan
saygıdeger Jean Patrick Charrey’ e, Almanya’ dan
saygıdeğer Rudi (Rudolf) Heinrich’ e, İngiltere’
den saygıdeğer Saime Timms’ e, A.B.D’ den
saygıdeğer Yücel Yanikdağ’ a samimi
teşekkürlerimi sunarım.
Derince’ nin ilk günlerine ve kimlerin nereden nasıl gelip
buraya gerleştiklerine dair bilgiler ise, benim anı ve bilgim dışına
düşmektedir. Bu tür bilgilere ulaşmak için Derince’ ye yerleşmiş ilk göçmenler
yada onların torunlarıyla çeşitli sohbetler yaptım ve Mübadele Muhacirleri’
nin Karamürsel’ den itibaren köy
köy izlerini sürdüm. Mübadele Muhacırları’ ndan sonra kimlerin Derince’ ye
yerleşmeye başladıklarını araştırdım. Sonuç olarak Derincenin 1930lara değin ne
durumda olduğuna dair bilgileri toparladım. Öğrendiklerimi yada anlatılanları
herhangi bir yazılı belge ile destekleme durumda değilim. Yapacağım iş bana
aktarılanları kaleme dökmek. Anlatılanlarda tarihsel sılama açısından bazı
terslikler yada olayların birbirine geçmesi, örtüşmesi gibi durumlar olabilir.
Anlatılanların doğruluklarını Derince’ ye şekil vermiş belli kurum ve
kuruluşların yetilileri ile yaptığım görüşmelerde, arşivlerinde varsa belli
belli belgeleri talep ederek yoksa
kendileri ile sohbetlerle yaparak doğrulamaya çalıştım. Bunun yanında
Liman ve demiryolunun yapımını Almanlar gerçekleştirdiği için, bunlara ait
bilgileri belgelemek için, Almanya’ nın ve ilgili kuruluşlarının ellerinde belli
veri ve resimlerin olup olmadığını yazışmalarla talep ettim.
Derince’
ye ilk göçler 1887lerde Balkanlar, Kırım
ve Kafkaslardan başlamış. Gelen insanların nereye ve nasıl yerleştikleri
hakkında pek bilgi yok. Almanların yapımını üstlendiği ve bizzat finanse ettiği
Bağdat Demiryolu’ nun
yapımına başlanması ve demiryolunun Derince’ den geçişi Derince’ nin
şekillenmesinde ve kimliğini ortaya koymasında bence belli başlı en itici etmen
olmuş. Çünkü Derince İstasyon Binası’ nın ve etrafında yer alan diğer bina ve
işçi-memur konutlarının yapılmış olması, Derince’ nin bir yerleşim yeri olarak
kabul edildiğinin kanıtıdır. Demiryolu hattında çalışacak işçiler için Eski
Turgut Reis İlkokulu’ nun bahçesine çeşitli barakalar
yaptırılmış.
Derince’
nin öyküsü 1900 yıllarında, yapımını Almanların üstleneceği Derince Limanı ile
biçimlenmeye başlamış. Liman yapımında gereken kol kuvveti için gerekli olan
işgücü, bölgede yerleşim olmadığı için Anadolu’ nun çeşitli yerlerinden
toparlanmış olan göçmen işçilerin bölgeye getirilmesi ile sağlanmış. Limanın
yapımı 1904 yılında bitirilmiş. Liman işçilerinin bölgeye yerleşmeye başlaması
ile Derince’ de ilk konutlaşma olayı başlamış. Anadolu’ dan kapup gelen işçiler,
ilkin şuanda işçi yemekhaneleri olarak kullanılan binalarda yatıp kalkmaya
başlamışlar. Bu binalar işçilerin yatakhaneleri olarak hizmet vermekteymiş.
Zaman içersinde bu işçilerden bir kısmı ya memleketlerinden ailelerini
getirmişler yada Derince’ de evlenerek bölgede kalıcı hayata
başlamışlar.
Derince’
ye kitle halinde gerçek göçler 1935’lerden itibaren gerçekleşmiş. Romanya
Mübadele Muhacirleri’ nin
(Yerdeğişim
Göçmenleri)
gelişleri, ülkeler arası yapılan anlaşmalarla başlamış. Türkiye’ den çeşitli
ülkelere giden Rum ve Ermeni kökenli vatandaşlara karşılık Türk kökenli diğer
ülke insanları anlaşmalar gereği yerdeğiştirmeye başlamışlar. Bunu Bulgaristan
gelen yerdeğişi göçmenleri (mübadel
muhacirleri) devam
ettirmiş. Atatürk’ ün Romanya’ dan gelecek göçmenler için ayırdığı 30 yada
söylencelere göre 60 hanelik arazi Derince’ nin güneyden kuzeye doğru
genişlemesi ve oldukça büyümesine sebep olmuş. Aktarıldığına göre devlet
Derince’ ye Romanya Muhacirleri için 60 konut yaptırmış. Daha sonra göç edenler,
Eski Mezarlık civarına ve Eski Derince Lisesi’ nin arazisinde yer alan Eski
Mezarlığın karşısındaki alana yerleşmişler. Sonra gelen göçmenler konutlarını
kendileri yapmışlar.
Derince’
ye Mohti Lazlar ve Mohti Gürcüler daha sonra yerleşmeye başlamış. Gürcüler ilkin
Körfez’ in güneyinde dağlık bölgede yer alan Gürcü Köyleri’ nden, Lazlar ise
Karadeniz bölgesinden gelmişler. Macır Mahallesi denilen tepeye yerleşen ve
Bulgaristan’ dan
gelen Mübadele Muhacırları 1950lerden itibaren gelmeye başlamışlar. Şevket Çelik’ in
anlattığına göre Romanya’ dan gelen göçmenler 1935 yılında Nazım Vapuru ile
ilkin Haydarpaşa Limanı’ na,
oradan trenlerle Derince
İstasyonu’ na
gelmişler ve bir kısmı burada inmiş diğer bir kısmı ise yoluna devam etmiş.
Nurdoğan Dizbay’ ın
aktardığına göre, 1930lara kadar Derince’ de hiç bir yerleşim yokmuş. Bu bölge
av bölgesiymiş. Harmantarla ve Öğretmenler Mahallesinin yer aldığı sahalarda
sülün sürüleri gezermiş. Zaten bölge Padişahlık zamanı av bölgesi olarak
kullanılmaktaymış. İlk yerleşim mübadele muhacırlarının bölgeye
yerleştirilmeleri ile başlamış. Bölgeye yerleştirilmek istenen göçmenler,
burasını istememişler ilkin. Çünkü şu anki Geçit, Eski Çarşı ve Geçit’ in kuzey
tarafı tamamen bataklıkmış. Bataklık ve sazlıklarda da aşırı sinek mevcutmuş.
Turgut Keskin ve
Lütfü Özkan ’nın
aktardıklarına göre, Derince’ de ilk varlık Cevat Abbas Paşa’ nın Köşkü imiş.
1950lerde burası Asker Hastanesi olarak hizmet etmiş, bir yangın ile harap
olmuş, tamiratı sonrası ilkokul olarak kullanılmış. Kaderine terk edildikten
sonra yok olmaya yüz tutmuş ve bir şekilde yıkılmış ve arsası parsellenerek
bugünkü mahalle arasında kaybolmuş. Tarihi değerlerimizi koruma, kollama ve
gelecek nesillere aktarma konusunda oldukça duyarlıyızdır. Bu duyarlılığımız
sayesinde geçmişten bize devredilen miraslarımızı dimdik ayakta herkes bulup
görebilir. Sonraları Almanlar’ ın yapımında bizzat çalıştığı ve tamamen finansa
ettiği demiryolu hattının geçişi ile istasyon binaları ve eklentilerinin
yapılışıymış. Manalar yani
bugün ki Deniz Birliği’ nin
varlığı istasyon binaları ile yada onlardan sonra ikinci sıradaymış ve geçmişi
1920lere dek uzanmaktaymış. Manalar’ da bir askeri cezaevi varmış ve burası
sürgün yeri olarak kullanılmaktaymış. İstasyon Camisi ise
Ağır Ceza hakimi Selahattin Bey
tarafından yaptırılmış ve sahibi oymuş. Caminin sonraki imamı Osman
Hoca idi.
Derince İskelesi’ nin ne
zaman yapıldığı konusunda bilgiler kesin değil ama liman haline gelişi 1950ler
olduğu şeklinde. 1935lerde limandaki Buğday
Silosu ile
Travers Fabrikası inşa
edilmiş. Derince İskelesi’ nde bir Ulaştırma Birliği varmış
ki babama sefertası ile yemek götürdüğüm günlerden hatırlarım. İlk zamanlar
Zonguldak’ tan bölgenin kömür ihtiyacı karşılanmaktaymış ve gemilerle getirilen
kömür buradan dağıtılıyormuş. Birde ABD’ den Marshall yardımı çerçevesinde
Türkiye’ ye gönderilen askeri malzeme ve mühimmat buraya geliyor ve demiryolu
ile buradan dağıtımı yapılıyormuş. Eski İstasyon binaları karşısında, mavera
hatlarının güneyinde Donanmanın ve
Manaların tüm
ekmek ihtiyacını karşılayan bir Askeri Ekmek Fırını
varmış. Aynı yerde Teneke
Mahallesi diye
isimlendirilen evlerin ve fırının yanına yakın kocaman ve heybetli iki bina
varmış. Göçmen İşçi Koğuşları. Bu
binalarda iskelede ve demiryolunda çalıştırmak amacıyla Doğu ve Orta ve Anadolu’ dan getirilen göçmen işçiler
kalmaktaymış. Haydarpaşa Limanı ve Derince İskelesi’ nin tahmil ve
tahliye
(yükleme
ve boşaltma)
işlerini yapan bir firma varmış. Bu firma Derince’ de bir temsilcilik açmış.
İdari kısımda çalışacak ile tahmil ve tahliye işinde çalışacak insanlar Derince’
ye gelmişler. İşçilerden bir kısmı Bingöl
civarındanmış. Zamanla bu işçilerden bir kısmı Derince’ ye yerleşmeye başlamış.
Bu binalar daha sonraları limanda çalışan işçilerin kullanımı için İşçi Yemekhanesi’ ne
döndürülmüş ve bende babamı ziyarete gittiğimde bu yemekhanelerde yemek yediğimi
hatırlarım.
Derince’
nin ilk yerleşikleri arasında Göçer
Yörükler’ de
varmış ve Çenedere Mahallesi’ nin kuzeydeki dağ eteklerinde konaklarlarmış.
Göçer Yörüklerle ne denli ilişkileri vardır bilmiyorum ama Yörük Ahmet ve kardeşleri de ilk
zamanlar bu bölgede yaptıkları evlerde yaşarlarmış. Romanya Göçmenleri ilkin
Eski Mezarlık ve Denizciler Caddesi civarına yerleşmişler. Diğerleri ise ilkin
İstasyondan başlayarak kuzeye doğru yerleşmişler ve Eski çarşı oluşmuş. Şu anki
Otobüs Durağından güneye doğru gelen ve batıya dik açı ile dönüp Eski Çarşı’ ya bağlanan ve tam
batı tarafında yer alan Fırın Sokak kesitinin kuzey tarafında hiç bir şey
yokmuş. Bu yoldan da aşırı çamur nedeni ile geçilemiyormuş. Akşam olunca kimse
daha kuzey tarafa hiç gitmezmiş. Derince’ nin üst tarafında oturanlar
ihtiyaçları olduğu zaman Eski çarşı’ ya inerlermiş.
Derince
ilk yıllarda
İzmit’ in 19. ncu mahallesiymiş.
Sonraları
Çınarlı Köyü Muhatarlığı’ na
bağlanmış. Çınarlı Köyü muhtarı Hüsnü
Bey’ miş.
Derince’ nin bağımsız muhtarlık olması 1952 yılında gerçekleşmiş. İlk Muhtarlık
görevini ise Hamdi Usta
yapmış. 27 Mayıs 1960 yılında ise Derince dört mahalleye ayrılmış. Deniz Mahallesi,
Dumlupınar Mahallesi, Sırrıpaşa Mahallesi
ve Çenedere Mahallesi. Deniz
Mahallesi Eski Limanyolu’ nun doğusu ile Yeni Limanyolu arasında yer alan
kesiti, Dumlupınar Mahallesi Eski Limanyolu’ nun batısından Kaşkaldere arasında
yer alan kesiti, Sırrıpaşa Mahallesi Merkez Camisi’ nin doğu tarafını, Çenedere
Mahallesi Çenedere’ nin bulunduğu kuzey kesimleri kapsamaktaymış. Deniz
Mahallesi’ nin ilk muhtarı Dursun Ali
Elyürek’ miş.
Dumlupınar Mahallesi’ nin ilk muhtarı Turgut Aslaner,
sonraki ise Mustafa Keskin’ miş.
Mustafa Keskin’ nin uzun yıllar süren muhtarlığını bende
hatırlarım.
Derince’
de ulaşım ilk yıllarda tren, at arabaları ve kayık yada vapurla yapılıyormuş.
Ankara Asfaltı, sonraki yıllardaki adı ile D-100 yolu 19602 larda inşa edilmeden
önce İzmit ile ulaşım var olan ve mevcut yol ile aynı yerden geçen bir at
arabası yolu ile yapılmaktaymış. Bu yol şu anki Eski Yol’ dan
gelip Merkez Camisi
önünden devam eden yolmuş. Şu anda Denizciler Caddesi olan bu yol eskilerde
Topçular Askeri Birliği’ nin güney tarafından Tütünçiftlik’ e doğru
uzanmaktaymış. Bu yolu çocukluğumda hatırlarım, tam askeri bölge tel örgülerinin
önünden yani güney tarafından Tütünçiftlik’ e doğru uzanmaktaydı ve etrafı
çalılık ve fundalıklarla kaplıydı. Yol toprak yoldu ve kışın yağan yağmurlarla
şekli sürekli bozulurdu. İzmit-Derince at arabası yolu, Atatürk’ ün Cevat Abbas
Köşkü’ nde konaklamak istemesi öncesinde hızla taş döşenerek daha kullanılabilir
hale getirilmiş. Eski Çarşı esnafının sattığı tüm malzeme İzmit’ ten at
arabaları yada tren ile taşınmaktaymış. Çimento ve diğer inşaat malzemeleri
İzmit’ ten karşılanmaktaymış.
Derince’
ye ilk elektrik, bazı
subayların mahallede oturmaları nedeniyle, Travers Fabrikası’ ndan çekilen bir
hatla Eski Limanyolu’ nda kullanılmaya başlamış ve sonra yavaş yavaş Derince’
nin Çarşı kesimine yayılmış. Eski Mezarlık’ a yakın olan Trafo Merkezi’ nin
kurulması 1960larda gerçekleşmiş. Travers Fabrikası’ nın Derince’ ye hayat veren
jeneratörünü bizzat gördüm ve resimlerini çektim. Eski ambarında dimdik ayakta
duruyordu, gövdesinde yer alan marka ve amblemi ile. Çalıştırılsa bugünkü modern
elektrik üreteçleri ile boy ölçüşebilecek asaletteydi adeta. Görünüşü minyatür
bir lokomotifi andırıyordu. Dikdörtgen şeklinde ana ünite, yan tarafında sanırım
dinoma bölümü ve en ucunda döngüyü sağlayan disk yada dişilileri yer
almaktaydı.
1940larda,
Manalardaki cephanelik patlaması olmuş. Sonraki yıllarda, etrafa dağılan
patlamamış bombaların bulunması ve kurcalanması büyük tehlikelere yol açmış. İlk
tehlike Derince Merkez’ de oturan altı yedi arkadaşın buldukları patlamamış bir
bombayı bir ahıra götürüp kurcalaması ile meydana gelmiş. Patlamada bir kişi
hemen ölmüş, diğerleri ağır yaralanmış. Yaralıların ilk müdahalesini ve sonraki
tedavilerini Abbas Paşa Köşkü’ de bulunan Asker Hastane’ si görevlilerinden bir
askeri doktor yapmış. İkinci patlama ise Macır Mahallesi’ nden yine yedi sekiz
arkadaşın patlamamış bir bombayı bulmaları ve kurcalamaya başlamaları ile
meydana gelmiş. Gruptan biri inekleri çevirmeye gitmek için olay yerinden
uzaklaşmaktaymış ama patlama ile ayağına isabet eden parça, ayağını kopartmış,
geri kalan yedi kişi hemen ölmüş. Patlamanın şiddeti ile vücutları paramparça
olmuş. Bu yedi kişi Eski Derince Lisesi’ nin yapıldığı arsada bulunan mezarlığa
gömülmüşler.
Petrol Ofisi’ de 1950lerde kurulmuş. Petrol Ofisi’ nin kuruluşu ile Çankırı’ dan toplu halde göç başlamış. Çankırılılar Daha çok Denizciler Caddesi ve Köşk civarına yerleşmişler. Shell ve Koruma fabrikaları 1962 ile 1965ler kurulmuş. Türk Kablo galiba 1965lerde inşa edilmiş.
Derince beş ana dere arasına oturmuş dört ana tepe üzerinde yer alan bir bölgedir. En batıdan başlayarak başlıca ve tali, Kaşkaldere, Çenedere, Cımbızdere, Karaahmet Deresi ve Çınarlıdere. Derince’ ye ilk yerleşim Çenedere ile Cımbızdere arasında kalan, kuzeyde bugünkü eski mezarlık ile eski istasyon binası arasındaki kesitte oluşmaya başlamış. 1960larda on beş bin nüfusa sahip Derince’ nin 62lerden itibaren 65lere kadar olan zamanda ortalama on yedi bin nüfusluymuş.
Vakti ile Piriresi İlkokulu binasının yer aldığı alanda Derince’ nin ikinci mezarlığı yer alırdı. Mezarlığın bir ucunda meyve bahçesi içersinde bir konut vardı. Yola paralel kısmı dikenlik ve böğürtlenlikti. Bu ev Trabzonlu Habip Dayı’ ya aitmiş. Yunan Savaşı’ nda Gazi olmuş. Gazi Dayı olarakta bilinirmiş. İlkokul için bu bölge istimlak edilince Gazi Dayı burayı terk etmek istememiş, aktarıldığına göre bölgeye gelen zamanın valisine silah çekip, “Ben Yunan’ a kurşun sıkmış adamım, bu ülke için savaşıp Gazi oldum, beni buradan çıkaramazsınız” demiş. Habip Dayı’ nın evinin bulunduğu bu kısmın batı tarafında yer alan yarı açık ve fundalık alan sonraları Derince’ nin çöplük alanı olmuş. Çöp dökümünün Koyuncu Rasim Koyunlu Amca’ nın koyun sayasının bulunduğu, bugünkü koşullarda Yörük Enverlerin binasının güney tarafında, D-100 ile tali yol arasında kalan bölge olmuş.
Asıl mezarlık üzerinde ise sonraları eski Derince Lisesi inşa edilmişti. Önceleri sadece ortaokuldu galiba ve ilkokulla aralarında herhangi bir bahçe duvarı mevcut değildi. Şu anda hem eski Pirireis İlkokulu hemde Derince Lisesi yerine ise yeni bir inşaat başlatılmış. Şimdilerde Denizciler Caddesi olan bu cadde dar ve toprak bir yoldan ibaretti. Çenedere üzerinde ise henüz beton bir köprü yoktu. Sadece Ankara Asfaltı üzerinde vardı, dere taştığında oradan geçerdik. Cadde üzerinde ise ağaçtan yapılmış ve hep korkarak geçtiğimiz bir köprü vardı. Kışın sert geçtiğinde ki çoğunlukla çetin geçerdi, Çenedere adeta geçit vermezdi ve sular ağaç köprüyü ya yalayarak akardı yada çoğunlukla köprü sular altında kalırdı. Şayet biz şanslı isek Topçu birliğindeki Başçavuşun çocukları ile askeri cemse üzerinde giderdik, o zamanların sonradan kurulan Cumhuriye İlkokulu’ na. Kar yağdığında da gerçekten yağardı. Her taraf kalın bir kar tabakası altında kalır, yol kaybolurdu. Ablamda ilk sınıflarını o günkü Cumhuriye İlkokulu’ nda okumuştu yeni.
Bazende okuldan dönerken, çocukluk işte belki fazla kalırdık dışarda, aslında yolda pek kısa sayılmazdı ya, ve sonradan anlardık çok üşüdüğümüzü, uyuşan el ve ayak parmaklarımızın verdiği acı ile ağlamaya başlardık. Yol bir türlü bitmek bilmezdi, bizim ölçülerimizle kar dizlerimizi aşardı. Eve ulaştığımızda, uyuşan yerlerimizdeki sızlama ve zonklama dayanılmaz olurdu. Yokluk ve yoksulluk işte, ne sağlam paltolarımız vardı, ne eldiven, ne de çorap. Ayakkabı yada her ne ise o zamanlar isimlendirdiğimiz, ne de botalarımız. Belki de lastik çizme giyerdik eğer şanslı isek. Ama ayaklarımız hep ıslak olurdu. Yırtık pırtık çoraplarımızın üzerine naylan torbalar giyer ve yukarıdan biryerden yuvarlak beyaz lastik ile bağlardık, ama yine de ıslanırdı ayaklarımız. Sanırım lastik çizmelerimiz su alırdı incelmiş tabanlarından.
Annem uyuşan uzuvlarımızı önce karla ovar sonra sıcak suya sokardı. O öyle öğrenmişti ve öyle yapardı. Yöntemi de hep işe yarardı. Bir süre sonra sıcak sobanın etrafında rahatlardık. Bakmayın soba dediğime, kuzine derdik, herhalde Fransızca kelime olan cousine: mutfak yada mutfak sobası kelimesinde bozma bir isimlendirme imiş sonraları öğrendim. Tabii zorlanırdık söylemeye ama öyledi idi. Kuzine dört ayak üzerinde dikdörtgen şeklinde hem ısınma hemde yemek pişirme işlevlerini yerine getiren bir tarz soba idi. Üzerinde bugünkü modern mutfak ocaklarının üst yüzeyini andıran pişirme gözleri vardı, kapaklı. Yemek, çay, sıcak su hep bu gözlerde pişirilir ve ısıtılırdı. Hele sıcak su kabı hiç inmezdi kuzinenin üzerinden.
İşte şimdilerde 44 Evler mevkii olan ve çocukluğumda Topçular Birliği denilen bölgeden aşağıya doğuya doğru inildiğinde, sağ tarafta kalan boş alanda deprem sonrası Roche ilaç firması, mimarisi ve görünüşü harika olan ağaçtan bir sağlık ocağı yapılmasını sağlamış. Görüntüsü çevreyi oldukça değiştirmiş. Aşağıda tam Derince Lisesi karşısında yer alan kesitte kuzeye doğru uzanan bir mahalle vardı, eskiler buraya macir mahallesi derlermiş ama sonraları Turan Sokak oldu. Bu bölüm Çenedere’ nin batısında yer alan en eski yerleşim yeriydi. Mahalle günümüze dek pek bozulmamış.
Şu anda dere kıyısında yer alan küçük mescit, o zamanlar yoktu. Bu alan ta Ankara Asfaltı’ e değin çalı ve böğürtlen bitkisi ile kaplıydı ama dere inanılmaz derecede berrak ve çevresi tamamen çınar ağaçları ile kaplıydı. Biz çocuklar okul sonrası ve hafta sonları boş vakitlerimizi çoğunlukla bu derede balık tutmakla değerlendirirdik. Küçük dere balıklarını tutar, bunları eve götürür ve bahçemizde yer alan yedek su bidonlarına ataradık beslemek ve büyütmek ümidi ile ama bir süre sonra balıklar ölürdü. Üzülürdük neden büyümüyorlar diye.
Çenedere ile Hanis Günaydın Amca’ nın bağlığı arasında yer alan bölüm iki kısımdan oluşuyordu. Neredeyse günümüzde de yine oldukça dar olan, Denizciler Caddesini, Çenedere ve Öğretmenler Mahalleleri’ ni Ankara Asfaltı’ na bağlayan patika benzeri yol. Pınar Sokak. Pınar Sokak ile Ali Osman Suyu’ na giden ve yine Ankara Asfaltı’ na açılan ama bir kapı ile kapatılmış Ali Osman Suyu Çıkmaz Sokağı.
Derenin hemen güney-doğu tarafında büyük bir maragozhane vardı ve yanında da odun deposu o zamanların ismi ile mahrukatçısı. Ne demek mahrukatçı tabii bilemezdik çok sonraları merakımdan öğrendim dilimize itelenen ve zorla sokulan yabancı kelimelerin anlamlarını. Halk hep özgün Türkçeyi konuşurdu ama yaşamımıza sonradan giren alet ve aygıtlarla ilgili olanaları yada resmi yolla gelen ifadeleri anladığı yada belleyebildiği şekilde ifade ederdi. Resmi dille girenler yarı Fransızca ve çoğunlukla Arapça ve Farsça kökenliydi. Ben bilebiliyormu idim öyle olduklarını? Tabii ki hayır, bu ifadeler bugüne ait ve bildiğimiz sadece bize yabancı oldukları bazı şeylere öyle dendiğini biliyorduk. İşte mahrukatçı kelimesi de bugünkü anlamı ile yakacak odun satan depo yada katı-yakıtçı demekmiş. Lazlar denilirdi bir kısmı dil bilirdi, onlar Mohti Lazlar’ dı ama çocuklarına sanırım öğretmemiş yada aktarmamışlardı konuştukları dili, çocukları bilmez ve konuşamazlardı lazcayı. Marangozhane Cemal Küçük’ e aitti. Nazmi, Niyazi ve Nevzat isimli üç çocuğu varfdı.
Sokağın batı-kuzey köşesinde, önü güneye dönük tek katlı bir ev vardı. Ev Mehmet Ali-Seher Aslantaş’ lara aitti. Çocukları Nihat, Beytullah ve Recep. Marangozhane ile Aslantaşların evi arasında kalan bina ise İsmail Keskin’ e aitmiş. Maragozhane ve bu evin yeride şu anda derin bir çukur yer alıyor. Mehmet Ali Aslantaş’ ın evinden güneye doğru sonraki ev Saadettin Aslantaş’ ınmış. Sadettin Amca sıvacılık yapardı. Bu kesimde oturanlardan bazı kişileri hayal meyal hatırlıyorum. Sadettin Amca’ da onlardan birisidir. Bizim evin bir çok sıva işini yaptığını hatırlarım. En uçta yer alan iki katlı ev ise M.A.Aslantaş’ ın annesine ait evmiş. Asiye Aslantaş.
Sokağın doğu-kuzey köşesinde yer alan bina ise Mustafa-Asiye Aslantaş’ lara aitti. Fuat, Ahmet, Hasan, Lütfiye ve Şevket isimli çocukları vardı. Şevket en küçükleriymiş ve çocukluğumda ben bunu hatırlamıyorum. Evin yol tarafındaki kısmını bakkal dükkanı olarak açmışlardı. Dükkan ile büyük oğulları Fuat ilgileniyordu. Koşulların onca değişmesine rağmen, her türlü zorluğa ayak uydurup bakkaliye dükkanının çalışmasını sürdürmüşler. Yine aynı yerde hizmetini sürdürmektedir. Bakkalın bir alt tarafında yer alan ev ise Feyzullah-Melek Aslantaş’ lara aitti. Çocuklarının isimleri Fatma, Ayşe, Mehmet, Recep, Kadir ve Esra idi.
Buranın sol tarafında yer alan kesiti, Öğretmenler Mahallesi’ ne yada Çenedağ Mahallesi’ ne giden yol ikiye ayırırdı. Köşede ulu bir çınar ağacı vardı. Sonraları burada briket imalatına başlamıştı Briketçi Kamil Amca. Kamil Amca’ nın evinin kuzey tarafında tek katlı bir ev vardı. Bu ev aynı şekli ile hala yerinde durmaktadır. Naytullah-Hayriye’ nin evi. Çocukları Sabriye, Hüdaver, İsmail ve Nuriye idi. Hüdaver ile ta çocukluğumuzdan arkadaştık, sonraları İsmail ile de dostluğumuz gelişmişti.
İlk kez Kamil Amca ile tanımıştı Derinceliler briket denilen yapı malzemesini. Kömür curufu denilen malzemenin ıslak harç karışımı ile oluşturulan karma, demir bir kalıp sistemi altında baskılanır, briket haline getirilirdi. Herhalde bugün herkes tanıyordur briketi. Briketten önce yapılarda çoğunlukla kerpiç ve eski, klasik tarz pişmiş tuğla kullanılırdı. Bu tuğla türüne hala yığma denilen tarzda yapılmış binalarda raslanabilir. Bu tuğla ağır ve kapladığı alan olarak dardı, duvar örmede bir düz bir ters olarak döşenir ve az yer işgal ederdi ama duvarlar kalın ve sağlam olurdu. Keşke hiç briket denilen yada bugünkü oldukça geniş ve içi boş olan tuğla türüne geçilmese idi. Bunların yerine çelik imalat sistemi uygulansaydıda, yaşanılan betonlaşma ve toptan çirkinleşme her tarafı yalayıp yutmasaydı. Ama arzular hep hayal olarak kalıyor Türkiye’ de, güzellikler yitip giderken.
Marangozhane ile şu annki Aslantaşların bakkal dükkanı arasında yer alan patika yol o zamanlarda aynıydı, pek değişim olmadı. Ama cadde kıyısında yer alan evler çok sonraları inşa edildiler. Aslantaşların evlerinin doğu kısmında ve köşede olan ilk ev bahçe içersindeydi ve bahçe etrafında çit yada duvar mevcuttu. Yalçınkayalarındı ev. Hasan Yalçınkayalar. Hasan amcanın dört yada beş çocuğu vardı. Hasan amca ölmeden öncelerine kadar şimdilerde pek kalmayan eski tarz benzin pompası bakım ve onarım işiyle uğraşmıştı. Emekli olmadan önce bir çok Derinceli gibi oda Petrol Ofisi’ nde çalışmaktaydı. Yalçınkaya kardeşler bu bölümde otururlardı ta Ankara Asfaltı’ na kadar. Ankara Asfaltı kıyısında Muzaffer Yalçınkaya’ ların evleri vardı harika bir bahçe içinde, bahçede güzel incir ağaçları vardı. Hasan Yalçınkaya’ ların bahçesinin güney köşesinde bir ev vardı, bu evin hemen arkasına bitişikte bir su tulumbası. Ali Osman Suyu derlerdi, içimi yada karışımı farklıydı galiba, pek tutulurdu. Neredeyse buraya yakın tüm sakinler bu sudan içerlerdi. Neredeyse her konutun bahçesinde kuyusu yada tulumbası olmasına rağmen bu sudan içerlerdi, belkide toplumsal bir işlevi yerine getiriyordu Ali Osman suyu, insanları bir araya toplamak, gençleri karşılaştırmak.
Ali Osman Suyu başı bir tür buluşma ve seyir yeri olurda akşamları yada öğleden sonraları. Su almaya gelenler yol üzerinde yada su başında hasret giderir, geçler kaçamak anlar yaşarlar yada bazıları yavuklularını görme fırsatı yakalardı. Sırf burada bulunmmak uğruna bende gitmişimdir belki kanımın kaynamaya başladığı o dönemlerde. Tulumba başı içerlek bir yerdi, doğu tarafı kalınlaşmış ve dalları tepeden kesilmiş ve doğal çit haline dönüşmüş akasya ağaçlarıyla kaplıydı. Burası Tatarların Bağlığıydı. Güney tarafıda bir bahçe kapısı ile girilen çitle çevriliydi, bazı tanıdıklar burayı Ankara Asfaltı geçiş yolu olarak kullanırdı.
Bizler için hayati önem arz eden ilk bakkal bu kısmın kuzey tarafında, köşede yer alan Laz Hüseyin Keskin Amca’ nın bakkal dükkanı idi. Turan Sokak’ ta sokağın ta içlerinde Eşref Amca’ nın bir bakkal vardı ama Hüseyin Amca’ nın bakkalında o zamanlar yok yoktu, yani gereksinim duyulan herşey vardı. Şayet paramız varsa ta Topçular Mevkii Ankara Asfaltı altından yani bizim isimlendirmemizle Tarla’ dan Hüseyin Amca’ nın bakkalına gelirdik adeta panayıra gelmiş gibi olurduk. Bakkalın önümde tel ile kafeslenmiş bir sundurma vardı, burada insanlar dinlenir, soluklanır, yamur yağıyor ise yağmurun geçmesi beklenirdi. O zamanlar yağ bakkallarda satılırdı bir de benzer bidonlarda gaz yağı. Evet gaz yağı. Ne için mi! tabiiki bazıları için aaydınlatma bazı varsıl aileler içinse ısınma amacıyla. İspirto da satılırdı ama bizim pompalı ve pirinçten yapılmış o tür ocağımız hiç olmadı. Bakkalda her şey vardı, her ihtiyaca cevap verirdi; yağ, gaz, zahire ve gıda çeşitleri.
Hüseyin Amca’ nın bakkalı’ nın batı tarafında iki dükkan daha vardı. Bir tanesini Hüseyin Amca’ nın kızlarından birisi çalıştırmaktaydı. Diğer dükkanı ilkin kimin çalıştırdığını hatırlamıyorum ama yıllar sonra burasını sakallı birisi kudura tamir dükkanı olarak çalıştırmaya başlamıştı.
Hüseyin Keskin’ nin bakkal dükkanının kuzeyine doğru Kaptan Dede’ nin evi, Eski Sırrıpaşa Muhtarlarından Raif Amcalar’ ın evi vardı. Bunların doğu tarafında ise Çankırılı bir aile vardı. Oğulları Faruk ve Hasan’ nın ailesi.
Hüseyin Amca’ nın bakkalının karşısında yer alan, güneyde Ankara Asfaltı’ e kadar doğuda ise bugünkü kamyon parkına kadar uzanan ve etrafı tel örgü ile çevrili şahane bir bağ ve bahçelik vardı. Çoğunluk kiraz ağaçları idi ama aralarda beyaz ve mor incir ve vişne ağaçları da vardı. Bahçe tatar Hanis Güneydın Ağa’ nındı. Hanis Ağa’ nın üç oğlu ve bir kızı varmış. Lebine, Rıdvan, Adnan ve Yüksel. Yüksel Pirireis İlkokulu’ nda benim 3. sınıftan itibaren sınıf arkadaşımdı. Bahçenin tam ortasında çatı katı olan iki katlı bir ağaç ev vardı sanırım. Eve giden yolun girişinde tulumbalı bir kuyu yer alırdı. Okul dönüşü buradan su içerdik. Şimdilerde burası kısım kısım parseller halinde binalarla doldurulmuş. Arada sadece sonradan yapılma ev ve etrafındaki ağaçlar kalmış. Nasıl kalmış onada çok şaşırdım. Bu geniş bahçenin güney-doğu köşesinde Necmi yada Necati (eşi Saadet, ilk eşi Ferayet’ miş) Amca’ nın iki katlı evi vardı. Necmi Amca’ nın iki oğlu olmalıydı, İlyas ve Engin. Denizciler Caddesi üzerinde Lazların, Tatarların, Nogay Tatarları’ nın, Macırlarin evleri yer alırdı. Zaten Derince bu insanlardan ve Ankara Asfaltı altında yer alan kesitte yani Çarşı ve Liman Yolu’ nda da çoğunlukla memur ve subay kesimi olan insanlardan oluşurdu. Memur kesiti bizlere göre çok varsıllardı. Her şeyleri vardı, tuvaletli evleri, çarşıdan alışveriş yapacak paraları ve çarşıya yakın evleri, temiz ve düzgün sokakları. Ne bileyim biz çocuklara göre bu tarz evler, Çarşı’ ya yakınlık ve alışveriş yapacak parasal olanak ulaşılmaz şeylerdi.
Derince, ilkin doğuda olan bir depren sonrası Doğu illerimizden gelenlerin, Petrol Ofisin’ de çalışmaya başlayan Çankırılıların, Derince Limanında çalışmaya başlayan Gümüşhanelilerin, Petkimin kurulmaya başlaması ile Adanalıların ve Zonguldaklıların, yani her yeni bir tesis açıldıkça çeşitli illerden gelenlerin memleketi olmaya başladı. Aşırı göçlere kucak açmaya başlaması ve bunun sonunun gelmemesi Derincenin Kosmopolit birt yerleşim yeri olmasına yol açtı. İlk göçler hep yoğun olarak belli illerden olmaktaydı, bunun açıklamasını sanırım herkes yapabilir, sözkonusu tesiste görevli üst düzey veya etkin kişilerin hemşehirlilerine arka ve destek çıkması yada buna benzer şeyler. Batıda bunun adı Nepotizm yani Dayıcılık, bizde buna daha sade ve kibar olarak “Hamili kart yakınımdır” denir. Kartı gören yada alan ilgili kişi bundan şunu anlar; “Kartı getiren kişi bilmem kimin yakınıdır ve derhal işe alınmalıdır”. Derince’ nin çevresine kurulan her bir yeni sanayi kuruluşu yeni göçleri tetikledi yeni göçlerde, iskanlaşmayı ve çarpık kentleşmeyi. Hızlı yerleşimde talep o dereceye vardıkı bu belli kesimlere belli rantlar sağlar oldu ve sonuçta bugünkü Derince oluştu. Aşırı betonlaşma ve çarpık kentleşmenin sadece Derince’ nin sorunu olduğunu ve sadece yukarıda değindiğim konuların bunun nedenleri olduğunu zannetmiyorum, sıralananlardan çok daha fazla nedenlerin içiçe geçerek hızla içinden çıkılmaz sorunlara yol açtığını her Derinceli kabul edecektir.
Tatarların bu bahçenin karşısında ise macir (muhacir: göçmen) tarzı dediğimiz kerpiç evler yer alırdı. Kerpiç Evler’ in tarzı hatırladığım kadarı ile şöyle idi; Odalar yan yana dizilmiş her birisinin ayrı kapısı olup, tüm odaların önünde uzunlamasına bir taraça yada balkon yer alırdı. Bu taraçaya ya iki üç merdivenle çıkılır yada zemin seviyesinde olurdu. Ana binanın ya hemen ardında yada yakınında indirme denilen müştemilat (eklenti bina) yada samanlık yer alırdı. Burada kış zamanı için balyalı saman yada ot ve diğer ev ve hayvanların ihtiyacı olan zahire (tahıl, yanı mısır, buğday ve kurutulmuş gıdalar) saklanırdı. Bir köşede varsa mutlaka tulumba yada içme suyu kuyusu, bir ekmek pişirme fırını ki, üzeri ahşap ile kapalı tutulurdu yağmur ve kara karşı. Ve tuvaletler yani eski deyimi ile helalar mutlaka evden uzak bir köşede yer alırdı. Küçük bir kulube şeklinde. Bir tarafta da hayvan ahırı ve evcil hayvanların kümesi. Bu tarz evlere gittiğim Tepetarla Köyü’ (Ramiye) nde, Arslanbey Beldesinde, Karamürsel Tepeköy’ de rastladım ve resimlerini çektim. Derince çocukluğumda bu tarz evlerle dolu idi. Ama resmini çekmek için dahi, pek bu tarz evler kalmamış günümüzde. Belki ben şanslı idim aradım ve buldum uzaktan resimlerini çekmek için o eski tarz Derince evlerinin. Evler resimlerde pek net görünmüyor. İzin alma olanağım olsa idi belki de yakından görüntüleme olanağım olurdu. Bu evlerin en sonunda yani doğu ucunda, kuzeyden güneye uzanan dikdörtgen şeklinde bir arsa mevcuttu. sahipleri bahar geldiğinde iyi bir bakıma alırlardı bahçeyi. Sonraları bu arsanın yol kıyısına iki yada üç katlı bir bina inşa edilmişti ve uzun yıllar bina ayakta kalmıştı. Bina sahibinin kızı ile ilkokulda birlikte okumuştuk, hayal meyal hatırlıyorum bunu. Bu bina ile hemen doğusunda yer alan ve şu anda şekli üçgen olan bina arasında dar bir yol mevcuttu. Üçgen binanın hem önünde yer alan ve doğuya doğru bir eğimle üst sokağa çıkan yolun kuzey tarafında Tatarlardan Altunların kerpiç evi vardı. Bıçaklar hala burada oturuyor olabilir.
Tatar Hanis Günaydın Ağaların güney tarafta yer alan kiraz bahçesinden, yıllardır varlığını koruyan Eski Limanyolu’ na dönüşteki, Muhtar Kadir’ in Karadenizli kahvesine değin olan alanda, at arabaları olan Tatarlar’ ın evleri vardı, yalnız bahçe ile evler arasındaki alan Denizciler Caddesi’ nden Ankara Asfaltı’ na doğru boştu ve üçgenin dar tarafı cadde tarafında, geniş tarafı Ankara Asfaltı tarafındaydı. Sadece boş alanın güney-batı ucunda Necmi Amcaların iki katlı evi mevcuttu. Bu alanda biz çocuklar genellikle ya misket, kalem, topaç çevirme, çelik-çomak ve benzeri oyunlar oynardık yada uçurtma uçururduk. Bu boş alan ile Muhtar Kadir’ in kahvesine kadar olan alanın, Hacı Kemal Kılıç’ ın arsası karşısından aşağıya bir sokak inerdi. Bu sokağın sağında solunda evler vardı. Birisi Vasfi Çalışkan olmalı. Kahveye doğru Atarabacı Şükrülerin evi olmalı. Bu evin bahçesinin hemen orta yerinde bir genişlik mevcuttu. Bu boşluk at arabalarının giriş ve çıkışlarına kolaylık sağlamaktaydı. Arabalar yaylı türden değilde makaslı idi galiba. Atlı arabaları olanlar çoğunlukla yük veya kum çekerlerdi. Atarabacı Şükrü Amcaların konutunun önünde ama batı tarafında kalan, iki katlı bir ev vardı. Bu binada benim ilkokul arkadaşım Tevfikler otururdu. babası Ali Amca olmalı, onu pek severdik. Muhterem annesi, kıvırcık saçlı, esmer tenliydi. Galiba Tevfik’ te kıvırcık saçlıydı.
Hanis Ağa’ nın bahçesinin doğu-kuzey ucunun tam karşısında, kuzey tarafta yer alan ve aşağıya doğru üçgen şeklinde uzanan alanın orta yerlerinde bir yerde bir ev vardı. Şimdi burada yine üçgen şeklinde bir bina bulunmaktadır. Bu bahçenin batı tarafında dar bir yol vardı. Doğu tarafında ise bir eğimle başlayan arka sokak yolu. Bu kesit Derince’ yi Ankara Asfaltı’ na değin kuzeyden güneye bölen ikinci büyük yola kadar, dar tarafı batıda, geniş tarafı doğu tarafta olan geniş bir üçgen şeklindeydi, şu anda yine aynı konumda. Üçgenin batı tarafında yani ucunda Denizciler Caddesi tarafında, Limanyolu’ na kadar olan alanda sadece iki yada dört ev vardı. Diğerleri sadece etrafı çit yada ağaç parmaklıkla çevrili bahçelerdi. Sahipleri buraları baharda bakıma alır, çeşitli sebzeler yetiştirirdi. Dikilen ağaçlar oldukça küçüktü. Çok sonraları olmalı, şekiller değişmeye başladı ve batıdan doğuya iki tatar evi, Hacı Kemal Kılıç’ ın binası, yığma tuğladan iki katlı bir bina, Necla’ ların yola yan evleri, tek katlı bir ev ve tam Liman Yolu’ na dönen yolun karşısında yer alan ev. Ev arsanın arka tarafında yer alıyordu ve bahçeye bir ağaç kapı ile ve ardından merdivenle ulaşılıyordu. Bu evin batı tarafında, yola bitişik başka bir evde vardı, evin taraçasını hatırlar gibiyim. Bu evde Çankırılı Hacı Ahmet’ e aitti.
Limanyolu’ na inen yolun batı tarafı, Karadenizli Kıraathanesi’ nden itibaren ta Ankara Asfaltı’ na değin boştu ve bu alan sonbahar ve kış döneminde genellikle su ile dolardı. Ancak yolun doğu tarafında yer alan şahane bahçe briket duvarla çevriliydi ve duvarın üst kesitlerinde betona camlar kakılmıştı, bahçeye istenmeyen kişilerin girişleri engellenmek amacı ile. Bahçe, Tıktık İbraam (İbrahim Kurt) lakaplı bir amcaya aitti. Lakabının Dığıdık olduğunu da ileri sürenler var. Ama biz Tıktık olarak bilirdik. İbraam Amca bahçesi ile çok ilgiliydi. Çok özenli, ilgili ve biz çocuklara göre de oldukça bilgili bir kişiydi. Galiba hiç evlenmemişti veya yalnız yaşıyordu yada ne bileyim biz onu öyle biliyorduk. Ama Şükrü isimli bir oğlu ve Sabiha isimli bir kızı olduğunu yaptığım söyleşilerden öğrendim. Bahçesi ile ilgilenmeyi çok severdi. Bahçesinde her tür sebze yetişirdi. Soğan, kıvırcık ve karalahanaları hala hatırlıyorum.
Bahçenin kenarlarında bazı ağaçlar vardı ancak ne ağaçları olduklarından pek emin değilim. Bahçenin cadde tarafının İzmit tarafında iki katlı bir bina ve arkasında da tek katlı kendi binası vardı. Bahçenin cadde tarafında, Limanyolu ile Caddenin kesiştiği kuzey-batı köşesine bir büfe açılmıştı. Ondokuz Mayıs Büfesi. Bu büfe uzun yıllar burada varlığını korudu. Büfe Adnan’ ın ağbisine aitti. İbraam Amca’ nın bahçesinin hemen altında dar bir patika yol vardı ve bu patika diğer ara yola çıkılırdı, hala sinema binası olarak duran bina ne zaman inşa edildi hatırlamıyorum ama güney tarafında yer alan parselde Derince’ nin belki de en eski ekmek fırını yer alırdı. Hürriyet Ekmek Fırını idi adı. Fırın Hüseyin Çavuş’ a aitmiş. Buraya fırın ekmeği almaya geldiğimi hatırlıyorum. Fırın ekmeği tabir ederdik, çünkü ortalama her aile kendi ekmeğini kendi pişirir ve saklardı. Ekmekler galiba haftalık pişerdi. Ev ekmeği derdik, rengi fırın ekmeğine göre daha koyuydu ve ekmek sert kabukluydu. Fırın ekmeği ise bildiğimiz tarzda idi, biz çocuklar için bu oldukça çekici bir lükstü ancak, ailelerimiz için her zaman fırın ekmeği almak o denli cazip değildi ekonomik olarak. O günkü koşullar altında ta Tarla’ dan buraya gelmek biz çocuklar için pek kolay değildi, evden buraya değin Ankara Asfaltı kıyısı ve bugünkü Derince Lisesi arsası da dahil bu kesite değin hep çalılık ve fundalıktı ve bazı ağaçların boyları da oldukça yüksekti. Fırının batı tarafındaki dükkanda sonraları Foto Aile adını taşıyacak olan bir fotoğraf dükkanı vardı. Bu fotoğrafçı dükkanını ilk kim işletiyordu acaba, Laz Foto Osman’ mı yoksa başka birisimi? Sinema kıyısındaki patika yolun Ankara Asfaltı tarafında Lazların, hala belli köylerde rastlanılan tarzda evleri vardı, ahırları ve mısır depoları. Hani iki katlı olanlar, dört ayak üzerine oturtulmuş ve üst katı kapatılmış tarzda olanlar.
İbraam Amca’ nın evinin doğu tarafında bir ev vardı sonraları buraya Samsun’ lular ev yapmıştı, Kıllı Selattin’ di lakabı, onu herkes öyle bilir ve tanırdı. Sonraları bu ev değişen koşullarda dükkana döndürülmüş ve yıllarca plakçı ve manufatura dükkanı olarak kullanılmıştı. Önce manifatura dükkanı açılmıştı, plakçı dükkanı ise sonradan açıldı ve bunun işletmesi ile Kemal ilgilendi ve ardından küçük kardeşleri Şaban. Samsunlu Orallar’ ın evi denirdi. Selahattin Oral’ ın üç oğlu ve bir kızı vardı. Namık, Nazmiye, Kemal, ve Şaban. Ortanca oğlu Kemal ile arkadaştık. Cadde kıyısında yer alan bina, iki katlı ve batı tarafında yer alan dıştan bir merdiveni vardı. Oralların evinin batı tarafında yer alan ev İbraam Amca’ ya aitti galiba. Ev iki katlıydı ve üst katına doğu tarafında yer alan dıştan merdivenle çıkılırdı. Oralların evinin doğu tarafında yer alan evler, Rasim Koyunlu Amca’ lara aitti ve o güzel evleri ağaçlıklar arasındaydı. Rasim Amca’ nın toplamda beş çocuğu olmalıydı. Saynur, Hülya, Mutlu, Hikmet, Filiz ve bir oğlu daha. Rasim Amcaların bir evi geride yola paralel, diğeri ise yola dik şekilde yapılmıştı. Bahçeleri bakımlı ve çiçekliydi, galiba büyük selvi ağaçları vardı. Rasim Amca’ nın bugünkü Yörük Enverlerin nalbur dükkanının bulunduğu parselin karşısında kalan ve boş olan alanda bir koyun ağılları vardı. Şimdiki gibi dümdüz değildi bu alan, Tepelik bir yerdi ve ağılda bu tepenin şekline göre yamaçta yer alırdı.
O zamanlar Rasim Amcaların ağılının bulunduğu bölge oldukça farklı coğrafik şekillerdeydi. İlk başlardan hatırlamaya çalışırsam, bugünkü 44 Evler henüz ortalıkta yoktu, bu mahallenin ilk sakinleri olan ve mahalleye adını veren 44 evin sahipleri, İzmit’ in Bağçeşme ve Tabane (yani Tabakhane= sepicilik, deri işleme) kesimlerinde oluşan toprak kayması ve Mehmet Ali Paşa Mahallesinde meydana gelen su basması sonucu evlerini yitiren insanlarmış. Yani farklı semtlerden insanlar ama çoğunluğu Seka çalışanıydı. Yıllar 1965ler. Devlet buraya bu evleri yaparak onları yerleştirmişti. Evler galiba 1968lerde bitmiş. Kimlerdi ilk yerleşenler ve çocuklarının isimleri nelerdi, bir hatırlayalım bakalım. Bunun için mahallenin konumuna göre bir sıra takip etmek gerekir.
44 Evlerin planı batıdan doğuya uzanan üç ana parselden oluşmaktaydı. Ankara Asfaltına bakan ana parsel aralıksız en fazla konutun yer aldığı bölümdü. Arkadaki ikinci parselde iki boşluk yer almaktaydı sonraları ikinci boşluk Cami yeri olarak ayrılmış ve buraya Mahallenin ilk camii inşa edilmişti, birinci boşluk ise çok ama çok yıllar sonra Derince Belediyesi’ nin İtfaiye Müdürlüğüne dönüştürülmüştü. Üçüncü parselde çok az konut yer almaktaydı dört yada beş konut. Yerleşikleri batı-güney ucunda yer alan konuttan başlayarak, önlü arkalı sıralayacak sonra, ikinci parsele yine batı-güney ucundan başlayarak devam edecek ve en son üçüncü parseli sıralayarak bitireceğim. Birinci parselin batı ve doğu uçları üçer konuttan ibarettir ve arka arkaya iki konutla devam etmektedir. İsim kümesi aile resilerini, parentez içinde yer alan isimlerse çocuklarını tanımlamaktadır. Halil-Hatice Çavdar (Ayten, Muzaffer), Süleyman-Fahriye Sülün (Sadık, Sadun, Nusret), Şevket-Muhsine Bilgintürk (Cezmi, Nezih, ), Mehmet Özdil (Fuat) ve (Kocaesı ölmüştü)-Ömrüye Kayalar, Cemal-Zehra Deveci ve Mehmet (Koreli)-Emine Altan (Necdet, ), Süleyman-Hatice Sağıroğlu (Ali Kemal) ve Hayrettin-Cemile Özkan, Ali Deveci (Trenci Amcaların yıllarca oturduğu ev) ve Osman-Emine Kitapçı, Bahri-Sümer Karaduman (Fuat, Filiz) ve Murat-Seher Yahşi (Hacer ve), Ziya-Ömrüye (X ve Ersin) ve (Koçası ölmüş) Melek Hanım, Mustafa-Emine Kitapçı (Savaş, Ergül, Aynur, Hülya) ve X, X ve Avcı Yusuf, Ömer Özkan (x ve x) ve Mehmet Amca, Yunus-Şaziye Kubanç (Ali, Hüseyin, Mustafa, Hasan), Hasan Altan (Ülfet, Ümit), Kemal Dağdelen. İkinci parselde; Bayram Torlak (X, Sıtkı, Nesin), Mustafa-Melek Altan ve Şükrü, Recep Altan (İbrahim, x, x) ve Mahmut Altan, Ömer-Emine Özkan (Feridun, Öner), Yusuf –Emine Akbaş (Fikri, Zikri) ve Yaşar Kitapçı (Turan, Osman, Zafer), Kadir-Neriman Özmut ve Numan-Fatma Alkan (Ayşe, Nurten, Birten, Recep), X, Geyvelilerin evi ve Ferhat-Hafize Karaduman (Vedat, Ramis, Kenan, İsmail, Kıymet, Hülya). En arka parselde ise, Mustafa-Neriman Deniz (Ali, Kibar, Bekir), Kadem-Fatma Altan, Mustafa Alkan (Köylü) ve Kamilin dükkan işlettiği ev.
Bu alan 44 evlerin inşaasından önce, ta otoyola değin yüksek çalılıklardan ibaretti. Topçular askeri birliğinden aşağıya doğru, bugünkü mahalle camisinin yer aldığı orta sokak üzerinden bir patika inerdi aşağıya doğru ve bu patika köşedeki Kubançlar’ a ait evin önünden Denizciler Caddesini oluşturan yola inerdi. Kubançlar’ ın evine değin yukarıdan, Sopalıdan gelen suların oluşturduğu su yolları vardı, ve oldukçada derindi. Kışın aşırı yağmurlarda yada karda, taşan su, bu akaklarından akardı da biz onları geçemezdik ve Ankara Asfaltı kenarından dolaşırdık. Bazen de geri dönerdik eve, gidemezdik okulumuza. Yada sulara bata çıka geçmeye çalışırdık. Suyla oynamak biz çocuklara eğlenceli gelirdi. Çizme boyuna kadar suya girer tersine yada akışına paralel yürüdük sular içersinde.
Bugünkü Denizciler Caddesinin Çavdar Caddesi ile birleştiği noktaya kadar herhangi bir patika yol belirtisi yoktu. Sopalı’ ya uzanan 44 Evlerin batı tarafında,
Topçular birliğinin tel örgülerine paralel bir yol vardı. Askeri birliğin giriş yolu, Sopalı yolunun batı tarafındaydı ve bekçi kulübeleri şu anda Sülünlerin evinin hizalarında bir yerdeydi. Birisi batıda diğeri doğuda hemen yolun kenarında yer alırdı. Bu kesimin şekli Ankara Asfaltı’ den kuzeye doğru bir meyille yükselir ve bekçi kulübelerinin hizasında bir düzlük oluştururdu. Bekçi kulübelerinin dışları çaprazlama kırmızı renkli şeritlerle boyanırdı. Kulübeler sanırım, çatıları da dahil betondan yapılmıştı. Yol kulübeler arasında kuzeye doğru devam ederdi ancak yol buradan doksan derece batıya yönelen başka bir yol ile birleşirdi. Batıya çıkan yol, 500 metre kadar sonra dört yol haline döner, birisi batıya doğru devam eder, diğeri kuzeye doğru devam ederdi. Bir yolda güneye döner Başavuş Mustafa Gökçen’ in ikamet ettiği barakaya giderdi. Bu baraka tipik bir Amerikan askeri barakasıydı. hangar şeklinde, çatısı Ç biçiminde oluklu saçlarla kaplı. Batıdan doğuya doğru uzanır, ön cephesi güneye, yola bakardı. Bahçesi ağaçlık ve bakımlı, çiçeklerle bezeliydi. Giriş kapısı doğu tarafındandı. Kapıdan içeriye girildiğinde sağlı sollu iki oda, ve antre ile geçilen salon yer alırdı. Salonda bar tipi bir yer vardı. Salondan sonra bir oda ile WC ve banyo yer alırdı. Bu biz iki göz kerpiç evde oturan çocuklar için inanılmaz bir lükstü. Kuzeye doğru devam eden yolun hemen batı bölümünde kamalye bahçesi, çiçeklik ve dinlenme bahçesi, subay evi yada işlem yapılan bir bina ve bunun daha kuzeyinde ise askeri barakalar yer alırdı. Askerler bu barakalarda kalır, eğitimlerini de sonraları uzun yıllara top sahamız haline dönen ön taraftaki geniş alanda eğitim yaparlardı. Barakalar Amerikan tarzı yapılmıştı ve yapı tarzları günümüzdeki seraları andırmaktaydı. Barakaların çatıları oluklu saçla örtülmüştü. Burada yer alan askeri kulübeler yan yana batıdan doğuya şekilde inşa edilmiş üç yada dört adetti. Bunların arkalarında yer alan başka bir yolun üstünde de başka barakalar vardı. Genel tuvaletler ise işte bu arka binaların kuzey tarafında yer almaktaydı. Askeri hamam ise ileride, kuzey tarafta yer alan su kuyusunun batı tarafındaydı. hamamın yanında yer alan bir su kuyusu vardı. Etrafı ve üzeri betonla kaplı, sanki üstünde küçük kare şeklinde bir ağız bırakılmıştı ya su çekmek için yada pompa sistemi için. Sözünü ettiğim kuyunun yer aldığı yerde şu anda ulu kavak ağaçları mevcut ancak kuyunun durup durmadığını bilmiyorum. Askeri birlik belli bir düzen ve intizam içersindeydi, yolları adete cetvelle çizilmişti, bakımlı ve düzenliydi çevre.
Çok sonraları olsa gerek, askeri birlik sadece bir müfreze şeklinde kalmıştı geriye. Askeri bölgeye biz çocuklar girebiliyor ve askerlerle yada Başçavuşun evinde, çocukları ile eğlenceli vakitler geçirebiliyorduk. Şu anki Asker Hastanesi’ nin yer aldığı mekanın bir kısmında hurdalık ile bazı sığınak artıkları vardı. Bu çukurlara girip çıkmak yada saklambaç oynamak inanılmaz zevkliydi. Zaman içersinde buraya yakın, ama şekli çift taraflı büyük bir Goodyear reklam levhası dikilmişti alana. Bu levhanın ayaklarına tırmanırdık, yaptığımız işin tehlikesini aklımıza getirmeden. Askeri alan çoğunluk karaçalı denilen ağaçlarla, bizlerin pelit dediği bir tür yabani meşe ağaçları ile kaplıydı. Ama geriye kalıntıları kalan kışla bina ve müştemilatı etrafında bazı süs ağaçları ile, çam ve kavak ağaçları mevcuttu, kavak ağaçlarından bazıları sanırım o günlerden kalma. Başçavuş Gökçen’ in büyük kızı sanırım sınıf arkadaşımızdı, ismi Gönül’ dü, küçük kızının ismi ise Hediye olmalı. Birde oğlu olmalıydı, Yıldırım.
44 Evlerde bir tür askeri bir düzenleme ile inşa edilmişti. Ama yıllar içersinde bir şeyler olmuştu da bu var olan düzen ve planlı şehirleşme birden bire zıvanadan çıkmış ve düzensiz bir konutlaşma kanser gibi yiyip bitirmişti her tarafı. Eskilerden kalan düzenli ve planlı şehirleşmeye en güzel örnek 44 Evlerin yerleşim planıdır. Büyüklerimiz, devleti ve düzeni temsil edenler, seçilmişler her şeyi çok iyi yürütmüşler, görevlerini gereği gibi yapmışlar. Sorulsa yada şayet yazmışlarsa anıları okunsa, mutlaka öyle söyleyeceklerdir. Ve işte sonuç gerçekten mükemmel olmuş, yerleşim, yollar, yeşil alanlar, okullar her şey ama her şey planlı ve programlı değil mi!.
Kubançlar’ ın binasının tam karşısında, güney tarafta Ankara Asfaltı’ e bağlanan yolun üst tarafında yani batısında bir gölet oluşurdu, kışın bu gölet genişler ve derinleşirdi, etrafı sazlarla kaplıydı. Sazlar burada doğal bir su kaynağı olduğundan mı çıkardı yoksa bu gölet sürekli kaldığı için mi büyürdü bilmiyorum. Sonraları Ankara Asfaltı ile bağlantı yolu yapılmıştı ve oluşan meyilde de ikinci bir gölet oluşmuştu. Bu alanda çok sonraları galiba Karayolları çakıl tepeleri oluşturmuştu. Bu çakıllar nerelerde kullanılırdı bilmiyorum. Ama biz çocuklar için başka bir oyun alanına dönüşmüştü. Tepelerini tırmanır aşağıya kayardık. üstümüz başımız kir pas içinde kalırdı. Eve gidince de bir güzel azar ve dayak. Ama aynı şeyleri ertesi günlerde yapardık.
Buradan Derince’ ye doğru Ankara Asfaltı tarafında yüksek tarafının olduğu ve eğimin 44 evlerin Ankara Asfaltı kıyısındaki bağlantı yolundan başlayarak yükseldiği ve Yörük Enverlerin binasının karşısında kalan yerlerde eğimin aşağıya doğru düzleştiği bir tepecik vardı. Bu tepeciğin Cadde tarafına doğru olan eğiminde Rasim Amcaların koyun ağılı vardı. Bu ağılın batı tarafında Ankara Asfaltından çaprazlama caddeye doğru patika bir yol vardı. Yol asfalt tarafında o zamanlar var olan köprünün yanından başlardı. O zamanlar bile su akımı için yapılmış köprü işlevsiz kalırdı bazen. Rasim Amcaların ağılının bulunduğu yamacın asfalt tarafın daha yüksekçeydi. Bu tepeliğin güneyi yani yolun altıda bu tepeliğin devamıydı, yol bu tepeyi ikiye bölmüştü. Sonraları yolun güneyinde kalan kısma büyük bir reklam levhası dikilmiş ve yıllarca orada kalmıştı. Levha sarı zemin üzerine yazılmış büyük siyah harflerle PIRELLI levhasıydı. Burada az mı oynadık. Levhanın güneyi V biçim de daha güneye doğru ilerlerdi. Yukarıdan köprüden akan sular kendi akaklarından ta en aşağıda demiryolu altından geçerek Manalar denilen askeri bölgenin içersinden geçerek denize dökülürdü. Rasim amcaların ağılının kenarından geçen patikanın batı tarafı ta 44 Evler bağlantı yoluna kadar adeta diklemesine ikiye ayrılmıştı, Ankara Asfaltı tarafı çalılık fundalık, cadde tarafı ekilebilir alandı ve çoğunlukla buğday ekilirdi. Bu bölge uzun süre Derince’ nin çöp dökme sahası olarak kullanılmıştı. İlk bölge şu anki ilkokulun bulunduğu alandı. Yörük Enverlerin karşısında oluşan düz alan geniş tabanı caddeye dik ucu Ankara Asfaltı gelecek şekilde bir üçgeni oluşturuyordu ve yukarılardan ta 44 evlerden doğru gelen su akakları, buralara da birleşir ve Ankara Asfaltı hizasında bir köprü altından aşağılara doğru akar giderlerdi. Köprünün yer aldığı bu kesit adeta bir tür viyadüktü. Yol bu kesitten dolma toprak üzerinden geçiyordu. Köprünün etrafında yabanıl incir ağaçları büyümüştü, başka tür ağaçlarda vardı, bunların arasına daldığımızda gözden yitip giderdik. Baharda buralara değin mantar toplamaya gelirdik. En iyi mantarlar Rasim Amcaların ağılının bulunduğu tepede büyürdü.
Hala yerinde olan Yörük Ahmetlerin binasının bulunduğu bölümden itibaren, güney tarafta başka bir tepe eğimi başlardı. Ankara Asfaltı bu tepe yarılarak geçirilmişti. Şimdi bu tepenin sadece güney tarafındaki kesiti görülebilir. Kuzey tarafında oluşan tepecik bugünkü koşullarda adeta tıraşlanmış ve düzleştirilmiş durumdadır. Pirires İlkoklu yapıldıktan sonraki yıllarda Cumhuriyet İlkokulu’ ndan buraya aktarılmıştık. Okulun yan tarafında yani batısında olan iki katlı bina yoktu ve burası batıya doğru fundalıktı ancak okulun ön tarafı yani güney tarafı çıplak sayılırdı. Ancak şuan ki ilkokul binasının bulunduğu yerde ama yola yakın bir ev vardı böğürtlen dikenlerinden oluşmuş doğal çitin gerisinde, bu evde Laz bir aile otururdu. Yaşça büyük olanlardan öğrendiğime göre şu anki sağlık ocağının bulunduğu yerden kuzeye doğru olan kesit, o zamanlar çöp dökme sahası olarak kullanılmaktaymış. Bu tepenin toprağı sarı ve beyaz renkte olduğundan kerpiç evlerin dış cephelerinin sıvanmasında ya badanalanmasında malzeme olarak kullanılmaktaymış. Zamanla toprak alına alına, burada çukurluklar oluşmuş ve bu çukurlar çöp dökülerek kapatılmış. Eski okul binasının önü yani Ankara Asfaltı tarafı tepe şeklindeydi ve yolla düzlük arasında yüksekçe çalılıklar yer alırdı. Yaşça büyük olan öğrencilerden sigara içenler çalılıkları sote yer olarak kullanırlar, bunların arasında sigara içerlerdi. Kışın iyi kar yağdığında hali vakti yerinde olan ailelerin çocukları kızakları ile, bize de kızağa benzettiğimiz tahta parçalarının üzerinde, tepeden aşağıya doğru kayardık ve çoğunlukla da yaralanır akşam eve döndüğümüzde de mutlaka köteği yerdik. Yüksekçe olan kesim şu anki ilkokul hizasında düzleşen yer ise eski ilkokulun tan giriş kapısı hizasındaydı. Okul bahçesinin güney tarafında iki üç çam ağacı vardı, bu ağaçlar bu hizadan geçen PTT direklerinin altında kalırdı ve ağaçlar hep budanırdı tepelerinden telleri engellemesin diye.
Galiba 3 sınıfta iken aktarılmıştık Piriresi İlkokulu’ na. Ilk yıllar Mehmet Yazıcı öğretmen girmişti derslere. Sınıf öğretmenimiz Mehmet öğretmendi. Sonraları mezun oluncaya değin Arif Yıldız öğretmen devam etmişti. Öğretmenlerimiz Öğretmenler Mahallesi’ nde otururdu. Onlardan biriside Dilaver Deniz idi. Memleketlimiz, -ki babam Bilecik ili, Gölpazarı’ na bağlı Kümbet Köyü’ ndendi- olan öğretmenlerimizde vardı, onlarla ailecek de görüşürdük. Salih Yıldız öğretmen ve Emin Yıldızhan öğretmen. Salih öğretmen Bayırköy’ lüydü. Emin Hoca’ nın iki oğlu vardı Ünal ve Fevzi, büyük oğlu ile arkadaştık. O zamanlar ilkokuldan mezun olmak için mezuniyet sınavları olurdu. Beşinci sınıfa ulaştığımda acaba bu sınavlar sürdürülmüşmüydü!.
Emin Hoca’ nın ev ve sonradan açtığı bakkal dükkanının yerini biliyordum. Öğretmenler Mahallesi’ ne giden yol ayrımında sağa dönen ve kuzey-batıya doğru çıkan sokağın baş taraflarındaydı. Tamda öyle imiş, kolay oldu bulmak, bir kez sordum ve sorduğum bakkalın bir üst tarafında yer alan binanın alt katıydı. Emin Hoca eşi Müberra Hanım ile bakkal dükkanın önünde yer alan taraça misali yerdeydi. Kendimi tanıtınca gözleri ışıl ışıl olmuştu. Hatırladı beni ve babamı. Okul yıllarını, öğretmenlerin isimlerini, yıllık kır gezilerini, babamla ile olan arkadaşlıklarını, Bilecik’ in hangi yerleşim yerinden olduklarını ve buna benzer konuları birlikte konuştuk. Emin Hoca’ yı oldukça sıhhatli buldum, aslında oda belirli rahatsızlıklar geçirmiş, tedavi görmüş ama toparlamış kendisini. Maşallah dolgun yanakları, ışık saçan gözleri ve oldukça dinç vucudu ile meydan okuyordu yaşamın zorluklarına. Bakkal dükkanını küçük oğlu Fevzi ile birlikte işletiyormuş. Sohbetimiz devam ederken Fevzi’ de geldi. Ünal sıklıkla Kocaeli’ nin maçları olduğu zaman geliyormuş ziyarete.
3. Sınıftan itibaren Piriresi İlkokulu’ ndaki sınıf arkadaşlarımın kimler olduğunun izlerini sürdüm. Listenin tamamlanmasında çok kişinin yadımları dokundu. Abecesel sırlama ile; Adnan Yüksel Çevik (Profesör), Adnan Deniz (Dilaver Deniz’ in oğlu), Ali Köse (Başçavuş’ un oğlu), Ayhan (Macır Mahallesinden),, Bahadır Ay (Albayın oğlu), Erol (Abdurrahman Amca’ nın oğlu), Fatma Akın (Turan Sokaktan), Feridun Özkan (44 Evlerden), Gönül Gökçen (Başvauşun kızı), Günay, Hüseyin Aloğlu (Bakkal Rahmi Amca’ nın oğlu), İsfendiyar, Kemal, Mehmet Ablak, Mehmet Bostan, Hasan Saraç (Macır Mahallesinden), Mehmet Güreli, Metin Uysal (Macır Mahallesinden Sıçan),, Mustafa Atmaca, Mustafa Demirkol, Mustafa Kubanç (44 Evlerden), Necla, Osman (Barak, Macır Mahallesinden),, Osman Yalçınkaya, Recep Köksal (Marangoz Hüseyin Amca’ nın oğlu), Refik Bıçak (44 Evlerden), Sabriye Vurucu, Sevil Akyol, Vesile, Yüksel Günaydın (Tatar Hanis Amca’ nın oğlu),
Zamanımızda ilkokul tedrisatı (eğitim ve öğretim programları) bence oldukça başarılı ve uygulamaya yönelikti. Her ilkokulun mutlaka bir piyes sahnesi olurdu. Her sene mutlaka piyesler düzenlenirdi. Piriresi İlkokulu’ nun da piyes sahnesi, binanın ortasında bir yerdeydi. Beden eğitimi, resim ve diğer dersler mutlaka ve mümkün oranda pratiğe yönelik ve beceri kazandırıcı şekilde uygulanır ve öğretilirdi. Beşinci sınıfta bitirme sınavları vardı. Bu sınavları vermeden ilkokuldan mezun olmak olanaksızdı.
İlkokullarda her yıl mutlaka uygulanan kır gezileri geleneği vardı. Mutlaka yıl sonu kırlara gidilirdi. Kır gezilerinin heyecanı ve hazırlığı haftalar öncesinden başlardı ve gün gelip çattığında büyük siyah renkli bir tırtıl misali yollara dökülürdük. Kır gezileri çoğunlukla Harmantarla, Çenedağ mahallesi, sonraları boşalan Topçular sahası idi. Hedef bölgeye ulaşıldığında her sınıf öğretmeni kendi sınıfını toparlar toplu ve birlikte oynanan oyunlar oynanırdı. Sonra yemek için daire şeklinde yere oturulur yemek için hazırlık yapılırdı. Beraberimizde getirdiğimi yemekler açılır ve getirilenler ortaklaşa yenilirdi. Herkeste aynı yemek ve meyvenin olması olanaksız olduğundan bir tür karışım oluşturulmuş olurdu. Sonraları akşama değin öğrenciler serbest bırakılırdı. Bizde kendi grubumuza yada arkadaşlık ilişkilerimize göre oyunlar oynardık. vakit hızla akıp giderdi.
Müzik ve resim gibi dersler yani uygulamalı dersler çok farklı derslerdi. Marşlar ve belli şarkılar notaları ile öğretilir, resim çizme teknikleri anlatılır ve uygulatılırdı. Piyes yada benzeri etkilikler hangi ders içersinde yer alırdı bilmiyorum ama kişilik kazandırıcı ve rol üstlenici işlevleri vardı piyeslerin. Sözlü derslerde öğrencilerin anlatım tarzına ve çalıştığını yada okuduğunu kavrama yetisine bakılırdı. Bu hem biz öğrencilerin toplum yani sınıf önünde sıkılmadan birşeyler anlatabilme ve bundan sıkılıp utanmama becerisi kazanmamızı sağlardı.
Çocuk aklımla bir türlü anlayamadığım bir uygulama yada nasıl denirdi, ha evet, “Yerli Mallar Haftası” vardı. Mutlaka her yıl düzenlenirdi. Ülkemizde üretilen tarımsal yada sınai ürünlerden getirmemiz istenir, bunlar bir araya toplanıp konuşmalar yapılır ve sonra hep birlikte yenirdi. Varsıl aile çocukları ki o zamanlar memur olanların durumları oldukça iyiydi işçilere göre, daha pahalı şeyler getiriler, onların getirdikleri bizim getirdiklerimizden mutlaka üstün olurdu. Bu durum o çocukların bizlere üsten bakmaları için fırsat yaratır ve havalara girerlerdi. Biz yoksul aile çocukları ancak bahçemizde yetiştirdiğimiz ürünlerden ve evde üretilen malzemelerden getirebilirdik. Sınai ürünlere gelince hep sıfırdı. Buna bir türlü akıl erdiremezdim neden yerli mallar içersinde meyve gıda dışında başka şeyler yok diye! Neler mi örneğin! Bazı çocukların ellerinde kokulu silgiler, arkaları silgili renkli kurşun kalemler olurdu, üzerlerinde Made in China yazardı. Tam yazıldığı gibi okurduk. Derdim ki kendi kendime neden biz böyle güzel kalemler ve silgiler üretmiyoruz da, her sene aynı meyveleri bir araya getirip konuşup duruyoruz? Nerede üretiliyordu bu kalemler? Bazılarının kullandığı güzel, parlak demirden kalemtıraşlar neden bizde de yok diye!.
Çok ama çok sonraları öğrenecektim ne demek olduğunu Made in China’ nın. “Çin’ de Üretilmiştir” yada “Çin malı” demekmiş bu ifade. Sonraları ancak Tekel kibrit kutularında görmeye başladık “Türk Malı” ifadesini, yada “TM” harflerimiydi! Kıta Çini’ nde Mao’ nun Komunist İhtilali gerçekleştirmesinden sonra, ülkeden kaçıpta, o zamanların Formoza (Taiwan) adasına sığınan bir avuç Çinli burada yeni bir üllke kurmuşlar ABD’ nin desteğinde. Adını da Çin (China) koymuşlar. Hür Dünya Komunist Çin’ I, yani Kıta Çini’ ni değil de bu yeni ülkeyi Çin olarak kabul ediyormuş. Amma yıllar içinde çok şey değişmiş. Yıllar süren Batı-Komunist Blok çekişmesinde Taiwan hep ABD desteğinde ve korumasında ekonomik olarak oldukça gelişip serpilmiş, ihracata başlamış. İşte bu malzemeler o ülkeden gelmekteymiş, yıllar sonra öğrenmiştim. Ülkemize Taiwan’ dan bu tür malzemeler nasıl ithal edilir ve çocukların eline nasıl ulaşırdı acaba!
Eski Lise binasının bulunduğu yer mezarlıktı, bundan söz etmiştim, önce ortaokul yapılmış lise sonradan ilave edilmişti. Eski mezarlıkları kaldırmak biz Türklerde mi bir uygulama acaba? İzmit İmam Hatip Lisesi, Mimar Sinan Lisesi ve Devlet Hastanesinin yol kenarındaki binaları da kaldırılan mezarlık üzerine inşa edilmişlerdi. Neden onca geniş ve bol alana sahip olunduğu halde mezarlıklar kaldırılmıştı acaba? Hiç mi saygı duymuyorduk geçmişimize? Onca söyleme, katı dini anlayış ve yorumlara rağmen nasıl cesaret ediliyordu mezarlıklar kaldırılıp yerlerine başka binalar oturtulmaya? Bunu hiç anlamadım ve anlayamayacağım.
Lise bahçe duvarı ile Ankara Asfaltı arasında kalan alan, Ankara Asfaltı’ e göre daha çukurda kalıyor ve yol dolma toprak üzerinden tepeye kadar ilerliyordu. Bu doğal düzlük Ankara Asfaltı’ in güney tarafında Macir (Muhacir) Mahallesi tepesinin ilk eğimine dek uzanıyordu. Bu doğal düzlüğün kuzey tarafta kalan kısmında biz top oynardık. Güney tarafında ise bir tür meyve bahçesi vardı, birileri burasını ekip biçiyordu, çok sonraları anladık burasının kamuya ait olduğunu. İlerleyen yıllarda bu alan lisenin spor sahası haline getirilmişti, ama son durumda burası da bir şekilde konutlaşmış, belediye çalışanlarının kooperatif arsası olmuştu. Nasıl olmuştu da kamu arsası bireysel mülke dönüşmüştü! Bir tür mucize gibi bir şey işte. Bu tür vakalar aslında kimsenin bilmediği olaylar değildi, alışmış yada alıştırılmıştık bu tür değişimlere. Hep kamunun malı sayılan yada nasıl tabir edilirdi, mücavir alanmıydı neydi, işte bu tür alanlar yavaş yavaş bir şekilde kişisel mülk oluyor, arsaların üzerinde konutlar yükseliyordu. Bu tür yetenekler üst düzeydeydi hep yıllar içinde, ama bazı konular bir türlü halledilemiyordu, örneğin planlı şehirleşme, düzgün sokaklar veya içme suyu ve kanalizasyon sistemi gibi. Yani çok basit olan alt yapı yatırımları. Konutlaşmada neredeyse yok gibiydi. Her şey daha kolaydı. Bu tür lüks olanaklara biz Derinceli’ ler, hele Derince’ nin dış eteklerinde oturanlar yıllar sonra kavuşabildik yada Derince zaman içinde büyüdü de bizim konutlar bu büyümenin içinde kaldı ve böylece kavuştuk düzgün yollara yada diğer birlikte yaşamanın olanaklarına, çeşme suyuna, elektriğe.
Koyuncu Rasim Amca’ ların evinin doğu tarafında bir yada iki maragozhane vardı. Osman & Mahmut (Ahmet & Mehmet Azaklıoğlu) kardeşlerin marangozhanesi, kendileri Lazdı ve Kaşkaldere’ de otururlardı. Yok önceki dükkan Sobacı Osman’ ın sobacı dükkanı, sonra maragozhane olmalı. Sonraki dükkan Kalaycı Ahmet Hoca’ nın dükkanıymış en küçük oğlu Ömer Ersoy’ un ifadesi ile. Hatırladığım sanki bazı işler yada meslekler paylaşılmıştı. İnşaattan anlayan ustalar, kalıpçılar, sıvacılar, ağaç işleri ve maragozluk gibi işlerle ilgilenenler, fırıncı ve pastaneciler hep Lazlardan oluşurdu. Fırıncılık ve pastanecilik neredeyse günümüzde de yine Lazların has meslekleri. Macırlar (muhacirler) genelde ya işçi olarak yada tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlarlardı. Derince Merkez ve Eski Mezarlık altı semtlerde Romanya Mübadele Muhacirleri (Romanya’ dan gelen Yerdeğişim Göçmenleri), Macır Mahallesinde’ ise Bulgaristan Mübadele Muhacirleri (Bulgaristan dan gelen Yerdeğişim Göçmenleri) otururlardı. Tatarlar ise genelde Denizciler Caddesi boyunca yerleşmişlerdi. Bunlarda esnaflık ve bakkal dükkancılığı gibi işlerle iştigal ederlerdi. Nogay Tatarları ise taşıma işleri ile uğraşırlardı, tek atlı yada çift atlı arabaları vardı. Evet bu bölümün son evi, çok sonraları Kalaycı Ahmet Hoca’ nın oğullarına ait demir doğrama dükkanına dönüşen, Ali & Salih Siyahdemir’ lere ait at-arabası ve benzeri işlerin tamirini yapan bir dükkana aitmiş. Hala burada demir doğrama işliği (atelyesi) var ve dükkan sahipleri Ersoy kardeşlerden birisinin oğlu.
Kim di Kalaycı Ahmet Hoca? Kalaycı Ahmet Hoca’ nın boş arsasında bir şeyler ekip biçtiğini, bahçesi ile uğraştığını hatırlar gibiyim. O zamanlar bahçe Denizciler Caddesine değin uzanıyordu ama onların arsası şu anki Roche firmasının inşa ettiği Sağlık Ocağı’ nın tam karşısında yer alan köşedeki çok katlı binanın arka tarafında kalıyordu. Sonraları yüzü caddeye bakan uzunlamasına bir ev yapılmıştı ve orada oturuyorlardı. Kalaycı Ahmet Hoca’ nın çocuklarını sayarsam Fahri, Fatma, Enver, Salih ve Ömer. Ömer ile tanışırız, bu ayrıntıları kendisinden aldım. Amcanın uzun ak-pak sakalları vardı ve çok sağlıklıydı. Başına sanki bir tür başlık giyerdi de tam anımsayamıyorum. Şuanda Kıvançerişler2 in binasının bulunduğu yer ve onu yanında yer alan iki parsel ara sokağa değin sadece meyvelikti. Sokağın doğu tarafında bahçenin arka tarafında yer alan bir ev vardı. Ev Yoğurtçu Yörük Mehmet-Teslime Konur’ a aitti. Kızları vardı Hatice. Bahçe çok güzeldi, bahçe kapısına yakın bir yerde su tulumbası vardı galiba. Yoğurtçu Yörük Mehmet Amca’ nın evinden ta Rahmi Aloğluları’ nın bakkal dükkanının bulunduğu iki katlı, yığma tuğlalı eve değin olan kısım boş bir arsaydı. Bu arsanın kuzey doğu taraflarında doğal dere çukuru uzanırdı kuzey batıdan güney doğu istikametinde. Rahmi Amca bir bakkal dükkanı işletmeye başlamıştı alt katın bir odasında. Dükkanın ön tarafına taraça benzeri bir avlu oluşturulmuştu. Burada tutulurdu zahire, gaz bidonları ve akma satılan zeytin yağları. İlkokulu bitirinceye değin az mı alışveriş yapmıştık biz çocuklar Rahmi Amca’ nın bakkal dükkanından! Rahmi Amca’ nin üç çocuğu vardı, Mehmet Ali, Hüseyin ve Gönül. Rahmi Anca’ nın dükkanının doğu tarafında, yoldan biraz geride başka bir ev vardı. Bu eve bitişikte, Turan Sokağa paralel bir güzel bahçe. Ev yirmi-otuz metre geride, kuzey taraftaydı. Bahçeye sokak tarafından açılan bir kapıyla girilirdi, sahibi Hacı Muhammed amcaydı. Bir kızı vardı galiba, Adana’ lı biri ile evlenmişti. Bahçe kapısının hemen sol tarafında tulumbalı bir su kuyusu mevcuttu. Az mı su içmiştik Teyzenin tulumbasından. Yazları su biraz zor çıkardı, işi kolaylaştırmak için biraz su dökülürdü tulumbanın içersine ve buz gibi su akmaya başlardı pompalama devam edilince. Çok sonraları inşa edilmişti köşedeki iki katlı bina. Sonraları Ali Orkan bakkal dükkanı açmıştı bu binanın altına. Ali Amca’ nın bakkal dükkanı da yıllarca sürdürmüştü varlığını. Ali Amca’ nin iki oğlu ve bir kızı vardı. Yüksel ve Yılmaz. Birde erkek kardeşi vardı, pek sempatik ve bizlerle haşır neşir olan birisi, ismi Erol’ du.
Ersoyların Demirci Atölyesinin kuzey tarafında ise avluları çalı süpürgesi dediğimiz süpürgelerden oluşturulmuş evler vardı. Evler arsaların geri taraflarında yapılmıştı. Avluya mutlaka bahçe kapısından girilirdi. Kale gibiydiler adeta avlular. Bu köşede Denizciler Caddesini dikine kesen yol bir yay çizerek aşağıda Derince’ yi boydan boya kesen caddeye birleşiyordu. Bu yol üzerinde pek ev yoktu. Ancak, ilk başta, köşede Ali Şakir’ e ait bir bakkal dükkanı vardı. Şakir amcanın gözleri mavi renklimiydi neydi!. Yolun kuzey tarafı ağaçlık ve sazlıktı. Bu arsada doğal kaynak suyu vardı. Çok sonraları buraya bir hamam yapılmış ve uzun sürede işletmede kalmıştı. Yolun caddeye birleştiği yere yakın Çinici Hızır Amca’ nın çini imalathanesi ve yanında da bir marangozhane vardı, Zengin olmalıydı soyadları. Güney taraf, sanırım sadece bahçeydi. Bu geniş bahçe içersinde tek katlı bir ev vardı. Ev arsanın ortasındaydı ve bahçesi oldukça bakımlı ve çiçeklerle doluydu. Sözünü ettiğim arsa şu anda Saray Taksi’ nin bulunduğu, tek parça binanın yer aldığı arsaydı ve ev şu anda ayakta duruyor. Ev Hacı Veli Toplu’ ya aitmiş. Bu bahçenin önünde bahçemizde yetiştirdiğimiz kıvırcık, soğan ve erik satmaya çalışırdım. Utanırdım, bağıramazdım. Babamda satış için ilgi çekmenin önemli olduğunu söylerdi. Ne sattığının çığırtkanlığını yapmadan hiç bir şeyin satılamayacağını söylerdi ama ben pek başarılı olamazdım. Sepetlerle malzemeyi ta Tarla’ dan buraya taşımak ne külfetti benim için ve aynı yükü tekrar eve taşımak.
Saray Taksi’ nin bulunduğu binanın karşısında yer alan arsanın Ankara Asfaltı tarafında, hem odun deposu hem de marangozhane olarak kullanılan büyük bir atölye vardı. Ormancı Kemal’ in odun deposu. Bahçesinde büyük ve kalın tomruklar dizili dururdu çoğunlukla. Bu deponun kuzey tarafında tek katlı ama oldukça geniş bir kıraathane vardı. Kahvehane Ziya Koyunlu’ ya aitmiş. Rahmetli babamla birlikte burada çok çay içmiştik. Babamla neden Çarşı’ ya indiğimi hatırlamıyorum, ama geldiğimizde bu kahvede oturur ve arkadaşlarıyla sohbet ederdi, bana da çay söylenirdi hep başım okşanır, lafazanlık edilirdi. Kahve tam sokağın köşesindeydi, bahçesinde akasya ağaçları vardı. Yazın bahçede oturulurdu, akasyalar beyaz beyaz açar, etrafa mis gibi kokular saçarlardı. Kahvenin kuzey tarafında yani sokağın üst köşesinde ne vardı bunu hatırlamıyorum. Ta parka değin yolun sağ kesitinde nelerin yer aldığı pek net değil, ama parkın güney köşesinde bir genel tuvalet vardı. Öğrendiğime göre, yukarıda köşede yer alan Tuvaletlerden sonra, hemen güney tarafta bir balıkçı varmış, ızgara filan yapılırmış. Sonraları, çok sonraları galiba, güneye doğru alt alta binalar yapılıp dükkanlar açılmaya başlamıştı. Pasaj gibi bir yer vardı, kuzeyinde lokanta, bunun hemen altında eczane. Eczanenin iki kapısı vardı, biri yol tarafında diğeri pasaj tarafındaydı. O zamanlardan tanıdığımız Kalfa Saim Sivri ve sonradan karşıya taşınan Eczane’ nin sahibi Ahmet Sunmak ile konuştum. Geçmişi birlikte andık ve bazı bilgileri netleştirdik. Eczanenin güney tarafında bir dükkan vardı ve bunun hemen cadde köşesinde yer alan dükkan ise zaman içinde çeşitli amaçlarla kullanıldı. Lokanta ve ayakkabı dükkanı olarak hatırlıyorum.
Şu anda pasaj olarak kullanılan eski sinema, Hızır Gençtürk amca’ ya aitti ve burası çok harika incir ağaçları ile doluydu. Hızır amcanın biri kız diğeri erkek iki çocuğu olmalıydı. Oğlunun adı Şevket idi galiba. Pasajın güney tarafında ise Derince’ nin eski yıllarda tek eğlencesi olacak olan ikinci yada üçüncü yazlık sineması inşa edilecekti. Bundan pek emin değilim anlatılanlara göre ilk sinema, Merkez cami imam ve hatipi olan Hafız Hasan’ nın Eski Çarşı’ daki iki katlı, yığma tuğlalı binasının üst katıymış. Hafız hasan’ a ait sinemayı hiç hatırlamıyorum ama Eski Limanyolu’ nda yer alan Deniz Sinemasına yetişmiştim. Hızır Amca’ nın yazlık sinemasına Derinceli olupta, ben yaşlarda olan herkesin çocukluğunda mutlaka çok kereler gittiğinden eminim. Daha sonraları kapalı sinema binası inşa edilmişti. Sinema localı idi. Sinema binasının caddeye bakan yüzünde demirden süslemeler yapılmış ve büyük bir H harfi kondurulmuştu arasına. Erişkinlik günlerimize yakın, sinemanın üst katından bilet almak isterdik, çünkü genç kızlar biletlerini hep üst kata kestirirlerdi. Bu sinemada Türk filmlerinden daha çok yabancı filimler izlediğimi hatırlıyorum.
Hızır Amca’ nın yada Yüksel Amca’ nın yazlık sinemasına gitmeyen olmamıştır dedim. Evet Derinceli’ ler için o yıllarda bir başkaydı sinemaya gitmek, hele geceleri. Derince’ nin merkezinde oturanlar için sorun değildi sinemaya gitmek, yürüyerek evlerine rahatça dönebiliyorlardı ama ya bizim gibiler için? İşte özellikle Derince’ nin dış eteklerinde meskun aileler, yazlık sinemalara geldiklerine başka bir keyif alırdık. Eve dönüş sıkıntılı ve zahmetli de olsa buna değerdi. Birde eski Liman Yolu’ nda vardı yazlık sinema, adı Deniz Sineması’ ydı. Ağaç sandalyeler diziliydi ot büyümüş sinema bahçesinde. Sandalyeler arkalarına çakılan çıtalarla sıra boyunca sabitlenmişti. Sıra araları dar olduğundan izleyicilerin yerlerine ulaşmaları hep dert olurdu. Sandalyeler, aralıklı çakılmış oturaklı ve arkalıklıydı. Ayak konulabilecek seviyede çepeçevre yuvarlaklaştırılmış çıtalarla, sandalye bacakları sabitlenmişti. Şayet minder getirilmemişse evden, popolar acırdı seyir boyunca.
Hızır Amca’ nın sinemasının hemen üstünde kuzey tarafında Derince’ nin bence en eski Eczanesi vardı. İlk ve en eski, bundan önce ilaçlar nereden elde edilirdi, nasıl alınırdı acaba! Eczane buraya karşı taraftan taşınmış. Sohbetimizden öğrendim bunu. Kalfa Saim Sivri gayet berrak hatırlamaktaydı. Eczanenin hemen üstünde Kemal Oral’ ın ağbisinin daha sonraları çıraklık yapacağı bir kasap dükkanı vardı. Kasap Ali’ nin dükkanı. Kasap dükkanına girildiğinde sağ tarafta et işleme tezgahı ve hemen yanında da yerden tavana büyük bir dolap vardı. Kasabın sahibi Ali amca galiba lazdı.
Kasap Ali’ nin dükkanının hemen üstünde önleri eski Arnavut kaldırımlı İtfaiye Alanına bakan doğudan batıya doğru uzanan yan yana üç ev vardı ve galiba bunlar ikişer katlydılar. Çok sonraları bu alan tekrar tekrar düzenlenmiş ve park olarak kullanılmaya başlanmıştı. Hemen köşede olan bina, yerin eğiminden dolayı taş duvarla yükseltilmiş bir zemin üzerinde oturmaktaydı ve bu zeminin bir kısmı bir tür oturma yada kullanım alanı olarak işlev görüyordu. Binanın alt katında yer alan iki dükkan vardı, güney tarafında Fevzi Pala’ ya ait bir berber dükkanı ve bunun üst tarafında ise ya Ayakkabıcı Yunus amcanın ilk kundura tamir dükkanı. Batıya doğru ikinci bina ilkin konut olarak kullanılmaktaydı, taki dükkana dönüştürülünceye değin. Burada bir kırtasiye ve bunun yanında ise Simitçi dükkanı varmış. Kırtasiye dükkanı Hüseyin Beye aitmiş. Ben bunları pek hatırlamıyorum. Simitçi Fahrettin’ nin fırını. Simitçi fırını çok sonraları Çarşı’ nın en sonuna, sokak köşesindeki binanın alt katına taşınmıştı ve hala aynı yerde işlevini sürdürmektedir. En batı tarafta yer alan bina ilkin ya su deposu olarak yada buna benzer bir amaç için kullanılmaktaydı, sonraları ya buraya katlı yeni bir bina yapılmıştı ve altında bir dükkan vardı ya, ancak ben pek emin değilim.
Ön tarafta yer alan Arnavut kaldırımlı alanın ortasında bir bayrak direği yer alır ve Ramazanlarda bu direğin yakınında İftar Topu patlatılırdı. Bu alan ilk zamanlarda akasya ağaçları ile kaplı bir meydanmış. İlk yıllarda yani Kıtlık Yılları tabir edilen yıllarda, Manalar’ dan cemselerle buraya yemek getirilir ve yerleşiklere dağıtılırmış. Kapkacağını alan ilk Derinceli’ ler yemeklerini alıp giderlermiş. Bu alanın batı tarafında, önü alana bakan boydan boya bir bina vardı. Bina tek katlıydı ve en güneyde yer alan bölüm geniş çift kapılı ve içersine araba girebilecek şekilde yapılmıştı. Acaba itfaiye aracı içinmiydi! Üst tarafta belediye görevlilerinin oturduğu bölüm ve bunun ön tarafında da dizi dizi çene suyu muslukları yer alırdı. Belediye fen Memuru İsmet Erol. Çocuklarını hatırlıyorum. Üç kardeştiler. En büyüğü Canan, Candan ve en küçüğü Hüseyin. İsmet beyin evi caminin hemen arka sokağının kuzey tarafındaydı. Ev bahçenin gerisinde, taraçalı bir evdi. Eve sokağa göre bahçenin sol tarafında yer alan bahçe kapısından ulaşılırdı. Evler genelde bahçelerin hep gerisinde yapılırmış o zamanlar, ön tarafta bahçe olur, oraya ağaç ve çiçekler ekilirmiş. Zamanla tam tersi oldu, binalar bitişik nizam ve yol kenarında inşa edilmeye başlandı ve sonuç bugünkü durum ve görünüme dönüştü. Bahçeler arka taraflarda kaldı, rutubetli, güneş girmeyen ve genellikle çer çöp atılan yerler oldu. Herkes Çenesuyu’ nu buradan alırdı. Resmi yerlere su taşıyanlar (sakalar) veya evlerine götürmek isteyenler. Bende çok su taşımıştım buradan. Ne ile su taşıyorduk acaba? Toprak su testileri ile mi, pek hatırlamıyorum. Ama 25 litrelik yağ tenekeleri ile su taşıyan bir saka amcayı hatırlıyorum. İşi arkadaşlarının içecek suyunu taşımaktı. Teneke ağızları her iki kenarı ağaç çıtalarla kuvvetlendirilmiş, ortasına ağaç tutacağı yerleştirilmişti. Omuzlarında taşımak için bir omuzluk ve aşağı sarkan iplerin ucundaki kancalardan ibaret bir düzenek. Tenekeler kancalara takılır ve öylece taşınırdı sular. Bir zamanların mahalle arası yoğurt ve benzeri satıcıların düzeneği gibi bir düzenekti. Derince belediye olmadığından, İzmit Belediyesi’ nin bir temsilciliği vardı galiba. Temsilcisi yada görevlisi yukarıda sözünü ettiğim gibi İsmet Erol’ du.
Belediye Binasının Denizciler Caddesine bakan köşesinde ise iki dükkan vardı. Birisi önünde akasya ağaçlarının bulunduğu kahvehane diğeri ise Derince’ nin en eski bakkaliye dükkanı. Kahvehane Hulusi Talgır’ a aitmiş. Hatırladığıma göre, kahvehanenin konumu şöyleydi; yol kenarı ve doğu tarafı camekanlıydı. Pencereler sanki yukarıya doğru içten kaydırılan ve yandan mandallarla sabitlenen şekildeydi. Kapısı da doğu tarafta yer alırdı. Bahçesinde ulu akasya ağaçları vardı. Ağaçlar iyi gölge yaparlardı. kahvenin hemen yol tarafında ama batı köşesinde yer alan bakkal dükkanına gelirsek. Faik Ağbi derdik bakkalı işletene. Bir erkek kardeşi de vardı. Faik Ağbi’ nin dükkanında bulunan malzeme çeşidi diğer mahalle arası bakkallarında bulunmazdı. Önleri cam vitrinli teneke kutularda, bisküvi ve gofretler ile kocaman kavanozlarda sergilenen türlü türlü şekerlemeler. Bize göre Derince’ de olmak ve Faik Ağbi’ nin dükkanında bir şeyler almak büyük ayrıcalıktı. Hele beyaz, iri kabak çekirdekleri ile beyaz leblebisine doyum olmuyordu. Benim ve kardeşlerim için taa buralara gelmek çok zor bir olaydı, ancak annemin annesine ziyarete geldiğimizde yada anne yada babamızla evden geliş yada eve dönüşlerde bu şansımız vardı.
Faik Ağbi’ nin bakkal dükkanından batıya doğru ilerlersek, hemen yanında bahçe vardı ve onun yanında da çok sonraları Faik Ağbi’ nin dükkanına rakip olan bakkalın açıldığı başka bir ev. Bakkal Abdülhakim Amcanınmış. İşte bu ikinci bakkalın batısında yer alan ve caddeye duvarı ve pencereleri ile paralel olan ev bir özelliği ile o yılların insanları için farklılık arz ederdi. Bu evde PTT’ de çalışan yada mevkisi önemli bir bayan otururdu. Bayan oldukça çekici ve güzeldi ve onu tanımayan yoktu. Ne de olsa PTT’ ye yolu düşmeyen yada telefon etmek ve benzeri ihtiyaçlarla oraya uğramayan yoktu. Belki o herkesi tanımıyordu ama onu herkes tanıyordu. Aslında güzel ve çekici olmasa da onunla bir şekilde herkesin iyi geçinmek zorunda olduğunu zımnen herkes kabullenmiş gibiydi. Bu evden batıya doğru Ersoyların demir atölyesine kadar olan arsa meyve ağaçları ile doluydu. Yalnız tam köşede arkası caddeye dönük, ön tarafı güneyde bir ev vardı. Bahçe kapısı yandandı. Yerin eğimine uygun cadde tarafı daha alçak, ön tarafı ise yüksekti.
Bu kesitin karşısında yer alan yani kuzey tarafı ise, yol kesitinden başlarsak bir kahve ile başlıyordu. Bu kahve uzun yıllar varlığını sürdürmüştü ve delikanlılık çağımda bu kahvede oturduğumu hatırlıyorum. Kahvenin doğu tarafında ön tarafları bahçe olan iki ev ve onların daha doğusunda ise tatarların bir evi vardı. Turan Tekirdağ’ ın evi. Oğullarını hatırlıyorum, Aykut ve Atilla, Aykut oldukça esmer, Atilla inadına sarışındı. Çok yıllar sonra oğulları burada ve çeşitli yelerde çiçekçilik işi ile uğraşmışlardı. Camiye bakan köşede ise berber Turan Günaydın’ nın yıllarca süren berberlik mesleğini yürüteceği berber dükkanının açmadan önce, nasıl bir şekildeydi buraları pek hatırlamıyorum. Berber Turan, belki evi dükkana çevirmişti, çünkü önü bahçelik ve gölgelikti. Hemen kuzey köşesinde ise yıllar sonra kardeşi Burhan’ nın açtığı ufak Matbaa dükkanı yer alacaktı. Ama bu 1980lerden sonra olması lazım. Buradan kuzeye doğru yan tarafında bahçeli bir ev ve onun yan tarafı ise bahçesi duvarla çevrili oldukça bakımlı bir evdi.
Derince Merkez Camii bu hali ile ne zaman inşa edildi pek hatırlamıyorum. Ama öncekini net hatırlıyorum. Cami ile Cumhuriye İlkokulu arasında yer alan yol bu denli geniş değildi. Caminin beton yada taştan duvarları vardı ve cadde tarafında giriş sağlayan bir bahçe kapısı mevcuttu. Ön tarafında büyük, oldukça büyük ağaçlar vardı. Caminin ön tarafında ancak batı köşesinde yer alan bir bina vardı ve bu bina şu anki tuvalete kadar uzanırdı yada müştemilatı buraya değin uzanmaktaydı. Burada su şişeleme işi yapılırdı. Nasıl bir sistemle su şişelenirdi bilemiyorum. Hatırladığım binanın yüksekçe, tahminen iki katlı ve dikdörtgen şeklinde olması. İşte caminin ön bahçe giriş kapısı da bu binanın hemen yanında yer alır ve yol seviyesinde başlamak üzere tatlı bir eğim ile cami giriş kapısına uzanırdı. Cami kapısı ile şişeleme tesisi yanında Mehmet Direk’ in işlettiği berber dükkanı varmış. Caminin yan ve arka tarafında da ağaçlar vardı. Sanırım ağaçları Derince’ nin doğal ağacı olan Çınar ağaçlarıydı. Musalla taşı caminin ön taraftaki bahçesinde yer alırdı.
Evet Derince’ nin en eski pazarı olan Cuma Pazarı, Liman Yolu ile Cumhuriyet İlkokulu’ nun batısında yer alan sokak arasında, bugünkü Denizciler Caddesi ve şu anki park alanı üzerinde kurulurdu. Eski pazarı dedim ama ilk yıllarda Pazar sadece Eski Çarşı’ da kurulurmuş. Ben pazarın Eski Çarşı’ da kurulduğu günlere rastlayamadım yada yetişemedim. Benim hatırladığım Cuma Pazarı’ ndan sonra İstasyon Camisi önünde yer alan sokağa kurulmaya başlanan Salı Pazarı’ dır. Neden Cuma Pazarı denirdi? Çünkü pazar Cuma günleri kurulurdu. Herkes ama herkes neredeyse tüm ihtiyaçlarını pazardan sağlardı. Şimdilerdeki gibi pazarda yok yoktu. Her esnafın pazarda sabit bir yeri vardı ve bu kesinlikle değişmezdi. O zamanlarda şimdilerdeki gibi yerlerin hava parası varmıydı acaba? Pazarın uzunluğu yıllar içersinde uzadıkça uzadı. Nerdeyse Denizciler Caddesi boyunca büyüdü. Pazarın içeriğinde pek değişiklik olmadı sanırım. Sadece farklılık zaman içinde kullanımı ve gereksinmesi yitip giden ürün ve malzemelerdi. Ne bileyim sıvı yağlar, zahire malzemeleri ve bunlara benzer şeyler. Eminim satılan malzemeler ilaveler daha fazla olmuştur. Ancak bazı özellikler taşırdı o zamanların pazarları. Şimdilerde böyle şeyler oluyor mu acaba! Elinde dizi dizi destanlar olan ve destanda yazılanları okuyan destan satıcıları. Zamanla bunlarda modernize olmuşlar teyp yada megafon kullanmaya başlamışlardı. Birde tavşan yada güvercinlerle niyet çektiren niyetçiler vardı. Sonraları niyet çekme işine şans işi ilave edilmiş, camlı, alıcılır kapanır tezgahlarda sergilenen çakmaklar ve benzeri şeyler şans çekmeye dahil edilmişti. Ama zaman içinde niyet çektirmede ağıt satmada kaybolup gitmişti.
Kışın giyeceğimiz Gisland yada Gislawand marka, siyah lastik çizmelerimizde yazın giydiğimiz naylon denilen ayakkabılarımızda hep Cuma Pazarı tezgahlarından satın alınırdı. Naylonlar, bugün sadece denize girme ayakkabası şeklinde satılan ayakkabılara benzerdi. Yandan madenden tokaları olurdu. Güneşten yanan ayaklarımız şerit şerit olurdu. Naylon ayakkabıların izleri çıkardı ayaklarımıza. Bazen belki erken eskitirdik naylonları da anne-babalarımız diker yine giydirirlerdi. Yokluk ve yoksulluk işte, olsaydı yeterli paraları neden almasınlar dı yenilerini! Gerçek ayakkabıyı ortaokula başladığımda tanımıştım. Eski çarşıdaydı ayakkabıcı dükkanları. Asıl çarşı Ankara Asfaltı’ in altındaydı. Ankara Asfaltı’ e dik ta eski İstasyon Binası önüne dek uzanırdı çarşı. Bu cadde neredeyse tamamen dükkanlarla doluydu. Bizim ayakkabıcımız Ayakkabıcı Enverler’ di. Onlarda Tatardı. İki kardeştiler, önceleri ortaktılar sanırım sonraları dükkanı ikiye bölmüşlerdi. Her alışveriş, özellikle işçilerin alışverişi mutlaka taksitle olur, ve taksitler her ay başı ödenirdi. Taksitler hiç bitmezdi, bitenlerin yerine yenileri başlar ve hayat akıp giderdi.
Lise yıllarında Salih Yalçınkaya’ larla bende bir süre pazarcılık yapmıştım. Cuma Pazarı, Salı Pazarı ve Hereke Pazarında tezgah açmıştık bizde. Şeftali satmaya çabaladığımızı ama bundan zarar ettiğimizi hatırlıyorum. Aldığımız şeftaliler kısa sürede çürümüştü aradaki bir kaç çürük şeftaliyle. Pazarda bir şey satacak yeni adaylar ancak pazarın en sonunda yer bulabilirdi. Her ilave satıcı ancak en uçlarda yer bulabiliyordu. Belki de kurallar hiç değişmemiştir.
Merkez Camisi’ nin doğu tarafında yer alan İlkokuldan söz ettim. Cumhuriye İlkokuylu. Okulun bahçe duvarları taştandı, ve demir kapılı bir girişi vardı merdivenli. Merdivenlerle daha yukarıda kalan avluya çıkılırdı. Bahçe duvarına paralel büyük çınar ağaçları vardı. bahçe kapısı camiye yakındı. Okul giriş kapısına giden yolun sol tarafında küçük, bakımlı ve çiçekli bir bahçesi vardı. Biz öğrencileri buraya pek sokmazlardı. Okulun giriş kapası bahçe zeminine göre daha yukarda yer alır balkonu andırırdı. Bu yüksekçe yere merdivenle çıkılır ve belli konuşmaları Başöğretmenimiz yada diğer öğretmenler buradan yaparlardı. Müdür odaları ana kapının sol tarafında yer alırdı. Okul bodrum katı üzerine iki kattan oluşmaktaydı. Bodrum katında bizlere Cumhuriyet’ in ilk yıllarına ait siyah beyaz filmler gösterilir, piyesler bu salonda sahnelenirdi. Birde genel Sağlık Taramaları ve meşhur BCG aşıları burada uygulanırdı. Okulun dar bir arka bahçesi vardı. Bahçenin doğu ucunda üzeri demirden saçla kaplı bir su kuyusu mevcuttu.
Derince’ nin görüntülerini alırken, depremde ağır hasar gören ve tamamen yıkılan Cumhuriyet Okulu yerine eskilerde Kaynak tabir ettiğimiz bölgenin kuzey tarafına yer alan alana yaptırılmış okul aynı isimle. Bazı farklarla tabii ki. Önce Cımbız Deresi’ nin üzeri kapatılmış ve çevre güzelce düzenlenmiş. Görüntüleme gezintim okulun resmi açılış törenlerinin yapılacağı günün öncesine rastlamıştı. Günlerden Pazar’ dı. Belediye bu kesimi, hep bilinen ve tanık olunan şekilde hızla asfaltlamaktaydı. Tören yapılacak ve önemli konuklar gelecekti doğal olarak. Etraf muazzam güzelleştirilmişti, ancak bu güzellik Kaynak deresine kadardı. Daha ötesi eski hamam eski tas. Tören içinde okulun batıya bakan ana giriş kapısı önüne düzenleme yapılmış, renkli sandalyeler dizilmiş, okulun kapısı üzerine büyük bir bayrak asılmıştı. Sanki okul ters T şeklindeydi. Dışarıdan görünümü oldukça etkili ve konforluydu. Okul bahçe kapısına yakın yol kenarında, beyaz zemin üzerine mavi renkte, okulla ilgili bir tabela asılıydı. “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar...” Bence bu çok çarpıcıydı ve kanımca belki de ilkti Türkiye’ de. Pek emin değildim çarpıcılığı ve ilkliği konusunda, görüntüleri alırken. Ancak Pazartesi günü gazeteleri okuyunca gerçekten olayın ilk olduğunu, Türkiye’ de ilkleri oluşturduğunu anlamış oldum. Gazete haberlerine göre, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar, Türkiye’ de ilk kez adlarını açıkça yazıyorlar ve ilan ediyorlardı ve bu tabelayı, bunu fark ederek ilk ben görüntülemiştim. Bana göre başka çarpıcı olan konu, Hür ve Kabul Edilmiş Masonların üstlendiği okul yaptırma önerisini Refah Partili Belediye’ nin kabul etmesi ve sonuçlandırmasıydı. Buda Türkiye’ de ilkti. Bence bu alkışlanacak ve örnek alınacak bir icraattı ve bunun öncülüğünü Refah Partili bir Belediye üstlenmişti. Bu bir övgü olmayıp, yürekli bir uygulamanın görüldüğü şekilde açıklanmasıdır.
Ülkemiz yıllardır ta geçmiş yazarlarına, bilim adamlarına değin bölünmüştü. Hep bir takım düşüncelere göre insanlar yada kurumlar ya tamamen sevilmiş yada tamamen reddedilmiş ve tukaka edilmiştir. Ülke ve insanlarımız için yararlı projeler üretenler, yararlı bir şeyler yapanlar beğenilme ve beğenilmeme kriterlerine göre değerlendirilmemelidir. İnşallah bir gün ülkemizde, bireyler ve kurumlar oldukları ve göründükleri gibi kabul edilirler. Sevapları ve günahları ile. Yararlı ve yararsız taraflarıyla.
Eski Cumhuriyet İlkokulu’ nun doğu tarafında, ara sokağa kadar bahçe içersinde bir iki ev olmalı. Sokak köşesinde Yusuf Koçero’ nun taraçalı evi vardı. Eşi ilkokul öğretmeni Sultan hanımdı. Koçero Yusuf’ un mavi renkli bir Chavrelote’ i olması lazım. O eski, uzun burunlu ve kuyuruklu Amerikan arabalarından. Gövdeleri tamamen kalın saçtan. Şimdilerde böyle arabalar olsa bunlara ne benzin dayanır nede park edebilir insan rahatlıkla. O zamanlar nerede bunca araba bolluğu. Binek arabası olanlar parmakla gösterilirdi. Galiba binek arabası olanlar ya taksiciydi yada taşıma işinde çalışanlardı. Koçero Yusufların evinin arka tarafında yani kuzey tarafta bir sokak vardı. Bu sokak ilkokulun da arkasında yer almaktaydı. Burada bahçeli iki ev olması gerek. İlkokulun arkasında, sokağın hemen kuzeyinde yer alan kesitte ise beş ev olacaktı. Cami tarafında yer alan ilk ev sonraları inşaat malzemesi satılan depo haline döndürülmüştü. Bu evler hep kerpiçten yapılmışlardı. İkinci ev önü balkonlu bir evdi. Evler hep bahçelerin en arkasına inşa edilmişlerdi. Üçüncü evin bahçesinin doğu tarafında bir kuyu yada tulumba vardı. Bahçesi çıta yada kerpiç duvar ile çevrili olmayan bir ev yok gibiydi o yıllar. En son evi pek hatırlamıyorum.
İlkokuldan kuzeye doğru, Derince’ yi boydan boya bölen ana caddeye birleşen dört ara sokak vardı. İkinci ara sokağın köşesindeki arsa boştu galiba ve burası çaprazlama yol haline döndürülmüştü. Huriş Hala’ nın evi beşinci sokağın doğu köşesinde, bugünkü kız talebe yurdu olarak işletilen binaların kuzey-batı köşesindeki büyük parselde yer alıyordu.
Hala elektrik trafosu olarak kullanılan binanın güney köşesinde Çenesuyu deposu vardı. Fazladan gelen su açığa akardı. Merkezde oturanlar buradan su alırlardı. Önü bayram yeri gibi olurdu. Özellikle akşama doğru. Çok sonraları boşa akan su fazlalığı, trafonun karşı parselinde yer alan Mehmet Meriçli’ ye ait arsanın batı-güney köşesine yaptırılan çeşmeye aktarılmıştı. Mehmet Meriçli’ nin arsası ve iki katlı eski evi hala yerinde durmaktadır. Görüntüleme çalışmalarım sırasında burasının resimlerini çektim, Mehmet Meriçli ve damadı ile sohbet etme olanağı buldum. Meriçlilerin evinden doğuya, aşağı doru sağ tarafta, bahçeler içersinde üç ev vardı. Bunlardan ilk ikisi harabe halinde durmakta. Sol tarafta ise batıda ki parselin tam ortasında büyük bir ev ve doğudaki parselde ise annemin babası Halil Orataş’ ın o harika evi vardı. Halil Ağa derlerdi kendisine. Halil Ağa’ nın bahçesine her iki sokaktan da kapı vardı. Birisi beşinci ara-sokaktan, diğeri ise eski mezarlığın batı tarafından güneye inen yoldandı. Bu kapı Uzuner’ lerin evine ve yoluna bakardı. Çok sonraları Halil Ağaların dünürleri ile araları açılmıştı da bu kapıyı iptal etmişler, kullanmamışlardı.
Halil Ağa’ nın parseli oldukça büyüktü. Kuzeyden güneye dikdörtgen şeklindeydi. Parsel adeta ikiye ayrılmıştı evin indirmesi arkasından. Evin arka tarafı, yani kuzeyi tamamen üzüm bağı ve kirazlıktı adeta. harika kirazlar yetişirdi. Ben iri, koyu kırmızı renkli ve yandan çizgili olan türüne bayılırdım kirazın. Ağaçların aralarına yada diğer arsalara sınır olan köşelerine vişne ve incir ağaçları dikilmişti. Arka bağa evin doğu köşesinde yer alan kapıdan girilirdi ve Huriş Hala’ nın izni olmadan da girilmezdi. Halil Ağa’ nın evi, ikiye bölünmüş parselin güney tarafının en kuzey köşesine yapılmıştı. Evin önü güneye bakıyor ve doğudan batıya doğru tam bir dikdörtgeni oluşturuyordu. Evin dört ana odası mevcuttu. Odalar yan yana oturtulmuşlar ve oda kapıları ön tarafta yer alan taraçaya açılacak şekilde planlanmıştı. En batıda yer alan asıl oturma odasında bir ana ocak yer alırdı. Ocak kuzey duvarındaydı. Bu odanın büyüklüğü diğerlerin iki katıydı. Çünkü diğer üç odanın önünde yer alan taraça buradan başlıyordu. Zaten taraçaya da merdivenle bu kısımdan çıkılıyordu. Taraçanın sahanlığı kalın ağaçlardan parmaklıkla kapatılmıştı. Taraçanın tavanının açık olduğunu hatırlıyorum. Bayramları Huriş Hala en doğudaki odayı kullanıma açardı ama orta odanın açıldığını hiç hatırlamıyorum. zaman içersinde taraça ve odalar Huriş Hala’ nın toplamaya başladığı ıvır zıvırlarla dolmaya başlamıştı.
Bayramları Halil Ağa’ nın evinde bir cümbüş olurdu adeta, tüm çocukları, torunlar ve eşleri ile arka arkaya bayram ziyaretine gelirlerdi. Ama Kurban Bayramları bir başka olurdu. Galiba kurbanlar Halil Ağa’ nın evinde kesilirdi. Halil Ağa ufak tefek, keçi sakallı bir tipti. Belki ben ona çekmişim yüzümdeki az sakallarla. Romanya’ da iken durumları, diğer komşularına göre oldukça iyiymiş. O nedenle lakabı ta Romanya’ da iken Ağa’ lığa çıkmış. Huriş Hala biraz delişmen, oldukça hırçın ve çabuk parlayıveren bir kadındı. Halil Ağa tam tersine oldukça muhlis, sessiz ve sabırlı bir kişiliğe sahip bir adamdı. Nasıl olmuşta bu kadar çocuk yapıp bir ömür tüketmişlerdi bu ters kişiliklerle! Annemler altı kardeştiler. Birisinin bebekken öldüğü anlatılırdı. Yaşasaymış en büyükleri olurmuş. Sırası ile büyükten küçüğe sayarsam, Mehmet (bebek iken ölmüş), Ahmet, Mustafa, Necmiye, Bedriye ve Sabri. Sabri Türkiye’ de doğmuş. Annem üç yaşlarındaymış, Halil Ağalar Romanya’ dan yola çıkmak için Köstence Limanı’ nda gemiye bindiklerinde. Nüfus kayıtlarına göre annemin doğum yeri Ahmatlar (Stefankaraca) imiş, o zamanlar Romanya topraklarında sayılıyormuş, sonraları sanırım Bulgaristan sınırları içersinde kalmış iki ülke arasında yapılan sınır anlaşmaları sonrası.
Halil Ağa’ nın evinin önü ve doğu tarafı etrafı ağaç kazıklarla ve kazıklara çekilmiş tellerle çevrilmişti. Evin hemen önünde büyük armut ağaçları vardı. Döndürme kelebeği ağaç ve buna dolanan zinciri ile su kuyusu evin doğu tarafındaki boşluğun doğu-güney köşesindeydi. Dibinde iki tane çok büyük kayısı ağacı vardı. Evin önü ve doğu tarafındaki yer alan kısım adeta ikinci bir iç bahçeydi. Üçüncü iç bahçeye kuyunun kuzey-doğu köşesinde yer alan başka bir kapı ile ulaşılırdı. Burası bir tür üçgen alandı. Bu alanın sokak tarafına paralel olan köşeye tarım araçlarının yer aldığı bir bina inşa edilmişti. Bu binanın her iki tarafında odalar vardı ama orta kesim duvarsız ve genişti. Buraya, kullanılmakta olan tarım ve harman gereçleri depolanmaktaydı. Halil Ağa’ nın kolla çalışan buğday ayıklama gereçleri, tezek kırma aletleri, pulluklar ve benzerleri, yakın komşularında bulunmayan diğer tür gereçleri vardı. Gördüklerime inanamıyordum. Türkiye’ de bu tür şeyler ya üretilemiyordu yada Romanya demir üretiminde bizden daha iyiydi. Hatta tarım aletleri konusunda oldukça modernize olmuşlardı.
Hali Ağaların bir sürü mandaları, inekleri ve öküzleri varmış. İnekleri Sabri’ nin otlatmak için Tarla’ ya getirişinden, Öküzleri ise Halil Ağa’ nın Tarla’ ta sürüm yapılacak bölümleri sürmek için getirdiği günlerden hatırlarım. Kendisi bir eşek üzerinde gelirdi. Öküzler önde kendisi eşeğin üzerinde arkada gelirdi. Tarlada bir yerde sürüm için kara saban yada pulluk ile boyunduruk dururdu galiba. Büyükbaş hayvanların ahırlarının nerede yer aldığını hatırlamıyorum.
Halil Ağa’ nın evi taştan bir temel üzerine oturmaktaydı. Temel seviyesi oldukça yüksek sayılırdı. Birde arazinin kuzeyden güneye eğimi de göz önünde tutulursa güney taraftaki yükseklik oldukça yukarıda kalıyordu. Taraçaya çıkan merdivenler beş-altı basamak olmalıydı. Duvarlar kerpiçtendi. Ancak inşaat önce ağaç kafesten oluşturulurmuş ve aralara kerpiç örülmüş ve üzerleri de balçıkla sıvanmıştı. İzmit ve çevresini görüntülerken gezdiğim tüm Mübadele Muhacirleri’ ne ait köylerde hep aynı tarz evlere rastladım. Evler genelde beyaz kireçle boyanır ve badanasız ev bulunmazdı. Batı köşesi yine küçük bir bahçe haline dönüştürülmüştü. Tuvalete buradan gidilirdi. Eskilerde tuvaletler, yani helalar hep dışarıda ve evden uzak yapılırdı. Halil Ağa’ ların helası da, Evin kuzey tarafında yani arkasında önceleri tahıl ambarı ve samanlık işlevini görmüş ama çocukluğumda kapısı pek açılmayan bir indirme vardı. Evin ön tarafında ama sokaklara daha yakın olan dış avlu ise adeta kalın gönye şeklindeydi. Bir ucu mezarlığın doğusundan geçen sokağa diğeri ise beşinci sokağa paraleldi. bahçenin köşesine yakın yerlerinde biz çocuklara göre oldukça iri ve büyük dut ağaçları vardı. Dutlar olduklarında parmak büyüklüğüne ulaşırlardı. batı köşesinde ise oldukça yüksek ve dalları söğüt ağacı gibi yukarı kaldık siyah dut ağacı vardı. Hep buna tırmanmak isterdik inatla. Dutların daha gerisinde ise siyah ve beyaz incir ağaçları vardı. Bu dış bahçede biz Kirazların çocuklarına dolaşmak serbestti. Diğerlerine ancak Huriş Hala yada Halil Ağa girebilir yada ulaşabilirdik. Bu dış bahçede, incir ağaçlarının diplerinde ya kazların ve ördeklerin kazarak oluşturdukları yada kendiliğinden oluşmuş, yağmur yağdığında oldukça genişleyen küçük göletler vardı. Ama bu çukurlar hep su ile dolu olurdu, belki Huriş Hala yada Halil Ağa, boşaldığı zaman su doldururlardı. Kaz ve ördeklerin sayısı oldukça fazlaydı bana göre. Tavuklarda vardı ama kazlar oldukça heybetli ve kendilerine has sesler çıkararak biz çocuklara saldırmaya çalışırlar bizde cıyaklayarak kaçışırdık. Zamanla bizlerde alıştık onlara, korkmaz olduk kazlardan.
Huriş Hala besiye aldığı kazları, mısır-unundan yaptığı, yumurta biçimi haplarla zorla beslerdi. Bu haplar, kazların ağızları zorla açılarak içeri itelenir, kazın yutması sağlanırdı. Sonraları besi kazları kesilir ve etleri kavrularak kızartılırdı. Biz çocuklar, nedenini bilmiyorum kaz etini yemek istemezdik. Bizi bunlar kaz eti değil kıkırdak diyerek kandırırlardı. Kazlar, ördekler ve tavuklar yumurtalarını uygun buldukları yerlere bırakırlar, bizde bulduğumuzda bunları Huriş Hala’ ya götürürdük.
Halil Ağa’ nın evine iki şekilde ziyaret etme olanağına sahiptik. bayramları kesinlikle gidilirdi. Birde ya haftalık yada iki haftalık aralıklarla gidilirdi. Annemin annesine yola çıkmadan önce, annem bizi sırası ile yıkardı. Banyo nerede o yıllarda. Geniş ve kocaman bir saç leğen vardı her evde banyo için. Su ısıtılır ve leğende yıkanılırdı. Ablamların saçları havluyla kurutulur ve ya atkuyruğu yada pelik yapılırdı. Pak ve temiz olurduk. Muhterem annem pek özenirdi, ziyaret öncesi ayrı bir özen gösterirdi çocuklarının temizliğine ve giysilerine. Ama biz Kirazlar, Halil Ağa’ nın diğer çocuklarına kıyasla çok yoksulduk. Giysilerimiz, evimiz ve ev gereçlerimiz çok düşük düzeydeydi. Ancak Halil Ağa de inadına varlıklı, gelirli ve refah içersindeydiler. Ahmetler, Mustafalar ve Bedriyeler biz Kirazlara göre neden daha iyi durumda ve refahtaydılar ki! Kirazlarin zavallı, yoksul çocukları olarak anlayamazdık. Annemin annesi, Huriye, çevresinde bilindiği ve tanındığı lakabı ile Huriş Hala, çocukları arasında sanki ayrım yapar, sanki bazılarını diğerlerine göre daha bir başka karşılar, ilgi ve yaklaşımı bir başka olurdu. Fark ettiğimiz, en üstün ve en iyi ilgiyi Mustafalar’ a, sonra Çavdarlar’ a ve Ahmetler’ e verirdi. Biz Kirazları her konuşması, hareketi ve gösterdiği soğuk yakınlıkla sevmediğini ve istemediğini belli ederdi. Bunu bir türlü anlayamazdık Kirazların çocukları olarak. Ablam Heyecan ve ben bu farklılıkları görebiliyor, hissediyor ama nedenleri konusunda kafa yoramıyorduk. Hanife ya çok küçüktü yada henüz doğmamıştı. Huriye ise henüz dünyaya teşrif etmemişti. O güzel, bol ve verimli dış avlu ve diğer iç avlularda yaptıklarımız, yediklerimiz hep sınırlı olur, sürekli denetim altında tutulurduk. Ancak bize uygulanan bu aşırı denetimin hiçbirisini diğer çocuklarının çocuklarına, özellikle Mustafalara kesinlikle uygulanmazdı. Küçük kız kardeşim doğduğunda, ona annemin annesinin adı verilmişti. Zaman içinde küçük kardeşime bizi sevmediğini açıkça göstere birisinin adının neden verildiğini yorumlamaya çalışır, bunun üzerinde düşünür ama düşüncelerimin okunmasından yada anlaşılmasından ürkerdim.
İsimler. Bizlerden beşikten mezara hiç ayrılmayan adlarımız. Çocuklara isim vermek kanımca evliliğin en önemli adımıdır. Çocuklarımıza verilecek isimler onlarla bir ömür boyu yaşayacaktır. Nasıl demişler, “zamanla kişiler isimleriyle müsemma olurlar..” Yani adları ile özdeşirler. Çok sonraları bizlere verilen isimlerin öykülerini ve ne demek olduklarını araştırmaya başladığımda, öğrendiğim anlamları beni çok şaşırtmıştır. Çok ilginçtir, anne-babalar dünyaya gelen çocuklarına isim verme konusunu pek ciddiye almazlar ve çeşitli etkilerin altında kalarak ve çok çabuk karar vererek çocuklarını isimlendirirler. Eskilerde gelenekler yada aktarılan uygulamalar çok etkinmiş. Belki günümüzde de aynı yaklaşım yaygındır bir çok ailede. Doğan ilk çocuklara, eğer erkekse dedelerden birisinin ama öncelik kocanın babasının adı, yok kızsa, anneanne veya babaannenin adı ama öncelikli babaannenin adı verilirmiş. Kimsenin umurunda değilmiş çocuklarına özgün Türkçe isim koymak. Şimdilerde de kimin umurunda acaba!. Ortaokul çağlarından itibaren Arapça ve Aryan yani, Persçe, herkesin bildiği Türkçe’ deki isimle Farsça isimler, beni hep rahatsız etmiştir. Nedenlerini sorduğumda yada sorguladığımda hep aldığım ortalama cevap ve yorumlar bu isimlerin kutsal oldukları gibi basit bana göre yorumlanması zor yanıt ve yorumlar olmuştur. Hep demişimdir tamam, pekala, Arapça olanların olasılıkla bir kısmı kutsal da, ya Farsça olanlar! Yüzyıllar süren, yedi kıtadaki Osmanlı Hanedanlığı ve hakimiyeti sırasında ve sonrasında, hiç bir Arap, Fars ve diğer uluslar, özellikle sözde, Türklerle özdeşmiş şekilde yaşadıkları ileri sürülen Ermeni ve Yunanlılar çocuklarına asla ve kesinlikle Türkçe isim vermemişlerdir. Yunanca Etimoloji yani Dilin Kökenleri yada Latince Lingüistik yani Dilin Bilimi konusunda uzman değilim ama bu alanlara aşırı ilgim vardır. Türkçeleşmiş yada öyle kabul edilmiş kelime ve isimler konusunda var olan ve olasılıkla devam edecek olan farklı görüşlerin taraftarı değilim. Beni ilgilendiren özgünlük, biz Türk ve Müslüman isek bu kültürümüz ile özdeşmeli. Aynı Araplarda, Farslarda yada Ermeni ve Yunanlılarda olduğu gibi.
Kirazların çocuklarının üçüncü sırasında olan Hanife kardeşimin adı babaannemin adıdır. En küçük kız kardeşimin, Huriye’ nin adı annemin annesinin adıdır. İlk çocuk olan ablamın adı Heyecan, o yıllara göre pek konulmayan ve hala pek sık rastlanmayana bir addır. İlk heyecan, ilk sevinç ve ilk çocuk. O zaman demişler ki adı da Heyecan olsun. Ama ablamın adını nüfus idaresine kaydettirirken, yazman kaydını yanlış ve eksik almış, Heycan diye. Benim adımı ise Erkan koymuşlar, Mustafa etkili olmuş adımın seçilmesinde, büyüktür diye itiraz edilmemiş. İnadına Erkan koymuşlar, sözlüklere ve Türk isimleri kitaplarına göre, adım birleşik kelimeden oluşmakta ve Cesur ve Kuvvetli, Yürekli, Kanlı Canlı demekmiş. Hanife ise, Ama ben doğarken pek isteksizmişim dünyaya gelmede, hayatın ipine sarılmak istememişim, ayaklarım hep geri geri gitmiş, akranlarım gibi yavaş yavaş serpilip normal gelişimimi göstermemişim. Bu inatlaşma uzayıp, beklentileri karşılamayınca benden ümit kesilmiş çaresizlikler içersinde. Ayaklarımın üzerine dikilememişim ta beş yaşına değin, hep yerlerde sürünerek ulaşmışım gideceğim yere. Doğumumun ve adımın Nüfus İdaresi’ ne bildirimi ve kaydedilmesi hep ötelenmiş, doğdu ve öldü bildirimi belki de kabul edilmeyen, düşünülmeyen ama kafaların arka-planlarında olan cevaptı olasılıkla. Ama fiziki durumumun ve sağlıksızlığımın anne-babamı çok üzmüş ve onları perişan etmiş olabileceğini hayal etmeye çalışıyorum. Kim ister çocuğunun bu durumlarda olmasını!, Kim istemez çocuğunun sağlıklı gelişmesini, serpilmesini! Kim nasıl dayanabilir çocuğunun akıbetinin ne olacağını bilmeden gözlerinin önünde sürünmesine! Nasıl dayandılar, neler yaptılar çaresizlikler içersinde acaba! Ama sonuçta anne-babamın sabır ve çabaları galip gelmiş, benim inatlaşmam, ayak diretmem etkisizleşmiş ve yavaş yavaş toparlanmışım.
Evlendiklerinde babam çok yoksulmuş. Kerpiç bir ev tutmuşlar eski mezarlığın doğu tarafından inen yolun, Huriş Hala’ nın evinin doğusunda, aşağıda bir yerde. Babam liman inşaatında çalışıyormuş. Hiç bir eşyaları yokmuş, öylece vermişler annemi babama, ne çeyiz ne ev gereçleri. Babamda da bir baba ve aile varmış ki sormayın gitsin. Onlarda çok cömert davranmışlar, insancıl yaklaşmışlar, çok sonraları babamın babası Nazif ve babamın küçük kardeşi Osman ile babamın yoksul evine sığınıp eve ilaveten ekonomik yük yükleyerek. Amma ev ekonomisinin zerresine katkı sağlayalım düşünceleri olmamış kaldıkları sürece. Huriye dünyaya geldiğinde annemin hasta olduğunu hatırlıyorum, onu Eskişehir’ de hastaneye yatırmışlardı. Ablam büyütmüştü Huriye’ yi, “Siyah gözlü güzel kadın” ı. Huriye Arapça siyah gözlü güzel kadın demekmiş. Anlamı çok hoştu.
Mustafalar, Ankara Asfaltı üzerinde bulunun ve hala aynı yerde konumlanmış olan Karakol binasının karşısında, kuzey-doğu tarafında yol üstünde bir yerde otururlardı. Çavdarlar, Kaynak Yolu üzerinde, önümüz kuzeye dönük olursa, sağ tarafta bir yerde otururlardı. Ahmetler ise, Trafo binasının bulunduğu sokağın doğu kesiminde, ikinci sokak içinde bir evde otururlardı. Evleri eski mezarlığa yakındı. Bir üst tarafta Abazaların evleri vardı. Sabri o zamanlar delikanlılık çağlarında olması gerek, evli filan değildi. Ahmetlerin evi dik dörtgen şeklinde, önü güneye bakıyor ve bahçesine sokak tarafından giriliyordu. Sünnetimin Ahmetlerin en büyük oğlu Kenan ve onun küçüğü İbrahim’ in sünnet düğünü arasına sıkıştırılmış olduğunu yıllar sonra öğrendim. Hatırladığım, sünnet şapkam ve uzun beyaz gömlekle Ahmetlerin çocukları arasında yattığım ve yanıbaşıma ters şekilde konulmuş olan şapka bozuk paralarla doluydu. Güçleri yetmemişti bana ayrı bir sünnet düğünü yapmaya anne-babamın herhalde. Bedriyeler çok sonraları eski muhacir mahallesine, bugünkü Turan sokağa taşınmışlardı, galiba Bedriye, Nuri Yusuf’ a hamileymiş kocası bir cinayete kurban gittiğinde. Eşi Mehmet, ölmeden önce kayınbabaları ile birlikte otururlarmış eski kaynak yolunda. Kirazlarsa benim doğumumdan sonra, Ankara Asfaltı’ nın altına, en eski ve hala kullanımda olan otobüs ve minibüs durağının güney-doğu tarafında tek katlı bir eve taşınmışlar.
Etrafımızı anlamaya ve kavramaya başladığımızda, annemlerin oturmaya devam ettikleri, şu anda Yavuz Sultan Selim Mahallesi olan, eskilerde Topçular Mevkii diye bilinen, ama tüm hısım ve akrabanın Tarla diye isimlendirdiği yerdeydi evimiz. Annemin ailesine Romanya’ dan göçmenlik hakkı olarak devletin ayırıp verdiği geniş tarlaların ortasında, Ankara Asfaltı altında, uzunlamasına olan arsanın kuzey ucuna yakındı kerpiç evimiz.
Evimiz yapayalnızdı bizler gibi bu ormanlık ve insan boyunu aşan çalılıklar arasında. Bu geniş arsaların batı-kuzey köşesi, Romanya’ da doğup ta Türkiye’ ye gelen her çocuğa ayrı olarak ayrılmış ve sanırım adlarına kayıtlı olarak verilmişti. Sırası ile doğu tarafta Mustafa’ nın, sonra annemin, Bedriye’ nin ve Ahmet’ in yerleri vardı. Ayrılan arsa dikdörtgen şeklinde ve her birinin güney uçlarında çalılıklardan açma ilave yerleri vardı ve bunlar onların sayılmaktaydı. Anne-babam buraya kalkıp gelmişler ve kerpiçten bir ev yapmışlar yada yapmaya çalışmışlar. Buna ne güçleri ne de parasal varlıkları yetmiş. Damını kapatamamışlar, kışın kar yağmış üzerlerine, onlara inat sanki kış çetin ve ağır başlayınca. Cefakar annem, bizlerin bezlerini kurutamıyormuş. Bir çare düşünmüşler ve bezleri yatağın altına sermişler, böylece kendi ısılarından sabaha dek kurur ümidiyle. Heyhat sabah üzerlerinde karla kalkınca bu umutları da yitip gitmiş. Ne yardım edenleri olmuş nede arayıp soranları. Hallerine acıyıp, acılarını ve yüklerini hafifletmeye çalışan dostları da olmasa belki katlanamayacaklarmış koşulların acımasızlığına. Yol yok, bakkal yok,su yok, ışık ise zaten Derince’ de hiç yokmuş. Isınmak için karın altından çalı kökü sökmüş babam, bin bir zahmetle eve taşımış, ama yaş kökler bir türlü yanmazmış.
Şu anda Kız Yurdu olarak işletilen binanın yerinde Halil Ağa’ nın harika bir kiraz bahçesi vardı. Arsayı Kuran Kursu’ na bağışlamışlardı. Ahmet’ in kayınbabalarının evi bu arsanın kuzey tarafında yer alan ve dikdörtgen şeklinde batıdan doğuya uzanan arsanın batı köşesinde, sokağa bitişikti. Bu konut hale yerinde durmaktadır. Sokak Uzuner adını almış. Uzuner sokağını diklemesine kesen sokakla, Cımbız Deresine uzanan yolun güney tarafında yer alan arsada Halil Ağa’ ya aitti. Burası bana göre inanılmaz güzel bir bahçeydi. Bahçe batıdan doğuya tam bir dikdörtgeni andırırdı ama derenin akağı şeklini değiştirirdi arsanın. Dikdörtgenin batı tarafının kuzey köşesindeydi bahçenin kapısı. Doğu ucundan, ulu ağaçlar ve çalılıklar arasından kıvrılarak akıp gideri, Cımbız deresi berrak ve şırıldayan sularıyla. Bahçenin güney-doğu köşesinde kullanılmayan bir kuyu vardı galiba, bizi uzak tutarlardı ondan, üzerine ağaçlar gerilmişti. Bahçede kiraz, incir, dut ve vişne ağaçları vardı. Ağaçları adeta ip çekilerek dikilmişlerdi fideyken. Güneş zor girerdi dallar arasından bahçeye. Yazın aşırı sıcaklığında serindi bahçe, burada günü geçirmek, kaynağa gidip yalağında oynamak, buralara yakın oturan çocuklarla derede balık tutmak, kurbağaları kovalamak bana zamanın akıp gidişini unuttururdu. satılmıştı bahçe çok sonraları, neden satıldığını da bilmiyorum.
Annemin annesine bayram ziyaretlerine gidilince, mutlaka mezarlığa ziyarete çıkılırdı, birisinin mezarını ziyaret ederdik, belki Bedriye’ nin kocasının mezarını belki de annemin en büyük ağbisinin mezarını. Mezarlığın sınır telleri daha gerideydi. Mezarlıkla arsalar arasında oldukça geniş bir alan vardı boş, burası sanırım mezarlık alanı genişletilmek amacıyla ayrılmıştı, biz çocuklar engebeli olan bu alanda oyun oynar koştururduk. Doğu taraftaki sokağa olan seviyesi yüksek olduğundan, patika benzeri bir yolu vardı, kara toprak ufalanır dökülürdü ayaklarımızın altında inip çıkarken. Mezarlığın daha üst tarafları, yani kuzeyi Harmantarla diye isimlendirilirdi ve burada tek tük evler vardı. Çok sonraları Ahmetler Tarla’ ya ev yaptırdıktan sonra, sanırım bu bölgeden bir at satın almışlardı ve at sık sık kaçıp evine dönerdi. Onu aramaya giderdik, bana kilometrelerce yol gitmişim gibi gelirdi.
Ahmet’ in karısının ailesinindi şu anki Uzuner sokağı boyunca ta Cımbızdere’ ye değin uzanan arsa. Yol tarafında sıra halinde şeftali ağaçları, daha içerlerde ayva ağaçları vardı. Bu sokağı aşağıda kesen sokağın tam kuzey köşesinde, adları Zeki ve Ziya olan iki oğluyla otururdu kocası ölmüş bir kardeşleri. çalışarak büyütmüştü çocuklarını, evleri iki katlıydı. Şu anda aynı yere bir apartman katı yapılmış, yıllar sonra dahi görmüş olsam tanıdım Zeki’ yi. Sakal bırakmıştı. Ayak üstü konuştuk, eskileri andık, nerede ne vardı diye geçmişin küllerini kaldırmaya çalıştık. Kaynak’ ın doğu tarafında var olan yegane kerpiç evin hala yerinde durduğunu söyledi, başkaca evde pek yokmuş daha ötesinde o zamanlar.
Uzuner Sokağı’ nı, Kaynak yoluna gidişte diklemesine kesen ve Eski Yol ’a birleşen sokakta Bedriyelerin kayınbabaları otururdu. Evleri sokak tarafında, arsanın tamamı ise dereye değin uzanırdı. Bahçede bazı ağaçlar vardı dizi dizi, ama bular çok dumanlı görünüyor bana. Bedriyeler burada otururlarken sanırım onları ziyarete giderdik, evin güney tarafında daha aşağıda bir bakkal dükkanı vardı. Bu sokağın batı tarafında yer alan ev ve bahçelerin konumları hakkında belleğim beni pek desteklememekte. Net hatırladığım bu sokağın daha batıda olan ve mezarlıktan aşağıya doğru inen sokakla nasıl birleştiğidir. İki sokak tam 4 ara-sokakla birbirine bağlanmaktaydı.
Cumhuriyet İlkokulu karşısında, yani güney-doğu tarafta, önleri parka bakan Tatar evleri vardı. İlk ev daha aşağıda, bahçe kapısı ve evin girişi eski tuvalet binası hizasındaydı. Bahçe çitleri oldukça yüksekti. Bu evden başka ta sokak köşesine kadar iki ev daha olmalı bahçeler arasında. Sonraları köşedeki katlı betonarme bina yapıldı, altında demir doğramacı ve üst katında Derince Tekel Deposu çalıştı yıllarca. Geçenlerde resim çekerken binalar arasındaki boşlukta kalmış o eski kerpiç ev ve müştemilatından bir tanesini gördüm. Görüntüleme izni almak için sahibini ararken, yaşlı oldukça bitkin bir amcaya rastladım. Yaklaşık yetmiş beş yaşındaymış. Konuşmalarından yarısını anlayabiliyordum. Önce evi görüntüledim. Çek dedi, istediğim kadar çek. Sağlam kalmış bir odada yaşamını sürdürmeye çabalıyordu. Her şeyi, gereksinim duyduğu her şeyi tek göz odadaydı. Ne güzel günler yaşamıştır bu güzel ve geniş evde. Ama şimdilerde yapayalnız, tek başınaydı tek göz odada. Adı Ahmet Etyemezdi. İsmini anlayabilmem için tüm gayretiyle defalarca tekrarladı. Çocukları varmış, ama özellikle bir tanesinin ta Amerika’ da olduğunu söyledi. Yaşlılar Yurdu’ na neden gitmediğini sorunca, oraya para istediklerini ama kendisinin parası olmadığını söyledi. Birde sürekli soymaya geliyorlarmış maaşını alınca. Karakola anlatmış derdini ama ne gelen varmış ne giden. Bu onun öyküsüydü, dinlemek isterdim daha ötelerini, mutluluklarını ve mutsuzluklarını, ama çok zorlanıyordu anlatırken ve konuşmalarının yarısını anlayamıyordum. Anlattıkları doğru yada yanlış ama paylaştım, dinledim ve teşekkür ettim. Ahmet Etyemez’ in evi, hep eskilerde olduğu gibi bahçenin gerisinde, yoldan uzakta, tam bir kerpiç evdi. Önünde iki taraça vardı. Yanyana dizilmiş odalar ve kapıları ayrı. İlk taraçanın önünde çok sonraları kullanılan ve genellikle kırmızı renkte olan tulumbadan vardı.
Çocukluğumda, evler hep kendilerine yeterliydi. Tüm ihtiyaçlar yazdan ekilir biçilir, kurutulur ve depolanırdı. Suda her bahçede yer alan ya kuyudan yada tulumbadan temin edilirdi. Bakkaldan yağ, şeker, tuz, gaz, ispirto, sigara yada tütün ve kibrit ve benzeri şeyler satın alınırdı. Birde bol bol gaz lambası şişesi ve fitili. Çay bardakları, su bardakları neredeyse lükstü her kes için. Yemekler sofralarda yenilirdi. Mutlaka bir sofra bezi kullanılırdı. Önce sofra bezi yere serilir, üzerine, sofrası olanlar sofralarını, olmayanlar geniş sinilerini koyarlardı altlıkları üzerine. Sofralar, ağaçtan yapılma ve yuvarlaktı, ayakları vardı araları çaprazlamasına kesik. Ya bağdaş kurarak yada dizlerinin üstünde oturulurdu sofralara. Sofra bezi de dizlerin ve ayakların üzerine çekilirdi, ekmek kırıntıları ve yemek dökülmesin diye. Yemek tenceresi getirilir, ve tek bir tabağa konulurdu, her aile bireyi tahta kaşıklarla aynı tabaktan yerdi. Biz Kirazların ayrı ayrı tabakları olması ve metal, parlak çatal ve kaşıklarla yemek yememiz çok sonraki yıllarda gerçekleşebilmişti. Sofradan masaya geçişimizde 70li yılların sonlarına doğru gerçekleşti galiba. İçecek su temini tutulan ve sevilen sulardan yada kaynaklardan taşınırdı. Bu kaynaklara yakın olanlar sularını taşırlardı ancak uzakta olanlar, at arabaları ile yada atların semerlerine oturtulmuş ağaç düzenekler üzerinde su satan seyyar suculardan satın alırlardı. Bu işi yapanlar sonraları atlı arabalara döndürmüşlerdi işlerini. Büyük cam şişeler hasır yada sepet içersine oturtulmuştu. Böylece taşıma sırasında kırılmaları engelleniyordu.
Derince’ nin merkezi olan bölgede elektrik vardı, bunu Halil Ağa’ nın evinden hatırlıyorum, evde elektrik tesisatı vardı, duvarların üzerinde dolaşırdı borular. Birde Çenesuyu deposu yanında yer alan elektrik trafosu çocukluğumda mevcuttu. Ama dış mahallelere yada bizim gibi merkezi oldukça dışında yer alan evlere elektriğin ulaşması yıllar alsı sanırım. Trafonun kuzey köşesinde, Tunalar’ ın bir büyüğü oturuyordu ama kimdi? Evim önü doğuya yönelik ve bahçenin en arka tarafındaydı. El öpmeye gidilirdi büyüklerle, bahçede ve evin yan tarafında incir ve dut ağaçları vardı galiba, çok sonraları Sabri Tunalar buraya bina yapmışlardı. Ağbileri İsmet Tuna’ mı otururdu burada yoksa annelerimi!
Çocukluğumda bayramlar bir başka olurdu gerçekten, insanlar için tam bir eğlence ve kaynaşma özelliği taşırdı ve akrabalık ve hısımlık gözetilir ve bu kavram içine düşen herkesin kapısı çalınır bayram ziyaretine gidilirdi. Ama bu daha çok merkezde olurdu, yine uzaklarda olanlar pek aranmaz, oralara gidilmezdi, ben Halil Ağaların yada annemin kardeşlerinden herhangi birisinin bize bayram ziyaretine geldiğini hiç hatırlamıyorum. Çok sonraları Tarla’ ya ev yaptırdıktan sonra Bedriyeler ve Ahmetler gelmeye başladılar ama bu ziyaretleri de hep bizleri üzerek sonuçlanırdı. Biz çocuklar bundan çok etkilenir ve yükselen tepkilerimiz, korkarak, ürkerek sürekli sindirilirdi, içe atılırdı. Onlara göre daha yoksulduk, ne bileyim beğenilmezdik, evimiz ve anne-babamız ziyaret ve akşam misafirliği için değer bulunmazdı. Hele Ahmet’ in eşi Remziye’ nin gözünde biz “küflü manav” dık. Aileler arasında, büyük baş hayvanların ve tavukları bahçelere girip yeşilliklere zarar vermesi ve benzeri, ama hep arsa ve bahçe konuları nedenleri ile çıkan ağız kavgalarında bu söylem ve başka diğer aşağılama ifadeleri yaygınlık kazanıp, Bedriyeler ve diğer kişilerce de kabul görmeye başladı ve bu tanım onların bize bahşettikleri lütuflardan ilki oldu. Ve benzerleri bunu takip etti. Biz Kirazların çocuklarına için, birbirlerine destek olması ve her tür koşulda birbirlerini desteklemesi gereken kardeşlerin neden bir birilerini aşağıladığı ve bir diğerinin kötü durumda omasından memnunluk duyduğunu anlaması ve kavraması olanaksızdı. Şayet büyüyüp te bizde benzer durumda olacaksak, şu anki kardeş olma hiç anlamı yoktu. Tüm bunları, böyle doğru düzgün düşünebildiğimizi hiç zannetmiyorum, ama sonuçta kafalarımızdan geçen ve kalplerimizde olan duygular bunlardı.
Trafonun güneyinde kalan sokak doğuya doğru uzanır giderdi. Şayet bir şekilde Huriş Hala’ ya yalnız başıma gelirsem eve dönüşleri hep değişik sokaklardan yapar çevreyi keşfederdim. Bu sokağın güne kesimi ta merkez camiye kadar neredeyse boştu, sadece burada ahşap iki katlı bir ev vardı ve önden merdivenle çıkılırdı ikinci katına. Bu binada oturanlar da bayram ziyaretlerinde gidilen kişiler arasında yer alırdı. Unutamadığım bu evde oturanlar el öpen çocukların ellerine yada ceplerine, katlanmış mendiller içersinde para sıkıştırmalarıydı, birde çikolata ikram ederlerdi. O zamanlar çikolata inanılmaz bir olaydı. Bu arsanın boş olan kısmında düğünlerin düzenlendiğini hatırlar gibiyim. Trafodan güneye doğru iki ara sokak vardı, doğu tarafta yer alan dikine sokağa birleşen. İlk soğan diğer dikine inen sokakla birleştiği yerin kuzey köşesinde çok bakımlı, baçesi renkli lambalarla ışıklandırılmış bir ev vardı. Bahçesi de briketten olmalıydı. Akşam karanlığı çökmeye başladığında ışıklar yakılır ve Derince’ nin neredeyse her tarafında fark edilirdi ev. Bir tür gizli çekim yayardı etrafına.
Derince’ yi boydan boya kesen ikinci cadde aşağıda Talkgır Sokak ile birleşmektedir. Bu yol Denizciler Caddesinin kuzeyine doğru dikleşmektedir. O zamanlar Derince’ nin en dik yokuşlarından birisiydi. Un tepeye varıldığında sağ tarafta o bakımlı ve ışıklı ev yer alır ve sonrası kuzeye doğru uzanırdı. Bu yolun eski mezarlık hizasına kadar olan kesimi ile aşağıda Çarşıya inen yol arasında kalan bölümde bazı evler mevcuttu ama çoğu arsa bomboştu.
Refik Altınların evinin bulunduğu yerin önünden kıvrılan yolu dikine bölen yolda yukarıya kuzeyde yer alan en son evlere kadar uzanırdı. Bu yolu üç ara sokak bölerdi. İkinci kesişmenin kuzey-batı köşesinde uzunlamasına bir bahçe vardı. Bu bahçenin de en kuzey köşesinde bir ev vardı, bir süre babamın babası Nazif bu evde oturmuştu. O zaman, bir süre sürdürdüğü evliliği yapmışmıydı yoksa tek başına mı yaşıyordu pek hatırlamıyorum. Bu evin arkasından da bir sokak geçerdi ama aşağıda birinci sokak batıya doğru uzanırdı ve burada da bir iki ev olmalıydı. En aşağıda birinci sokağın batı tarafında bir yerde Belediye’ de görevli, akrabalardan sayılan birileri otururdu. Biz akrabalardan ve hısımlardan sayılan her aileye ziyarete giderdik te bize gelen pek olmazdı.
Emekli İsmet Albay’ ın bahçesinin güney tarafından bir sokak geçerdi doğudan batıya. Batı tarafta Öğretmenler Mahallesi’ nden gelen yolla birleşir, doğuda ise ileride yukarıdan gelen yolla birleşirdi, devam etmezdi doğuya doğru. Albayın evinin bir kaç arsa doğu tarafında celeplik yapan Tatar Abdurrahman Amca’ nın evi vardı, önü taraçalı, babamla ile tanışırlardı. Eskilerde et kasaptan çok celeplerin kestiği hayvanlardan temin edilir ve sonraki kullanım için kavrulurdu. Etimizi de Abdurrahman Amca’ nın kestiği hayvandan alırdık birçokları gibi. Abdurrahman-Şahide çiftinin iki oğlu, bir kızları vardı. Çocuklarının isimleri Erol, Erdoğan ve Güler olmalıydı. Erol ile sınıf arkadaşı idik. Erol trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Erdoğan evlenmiş ama kız kardeşleri evlenmemiş. Bu bilgileri Siyahdemirler’ den öğrendim. Erol’ ların evinin biraz ilerisinde Denizciler Caddesine inen bir yol vardı, ama bu sokak patika gibiydi, burası boş arsaydı ve yağmurlarda su toplanırdı buraya. Erolların evinin kuzey doğu tarafı ise ta tepeye kadar boştu ve bu kesime ulaşmak için boş arsada çaprazlama kestirme yol oluşmuştu adete. Tepeye varıldığında, en üst yerde yer alan iki katlı binanın doğu-güney tarafında aşağıya doğru uzanan bir ara sokak vardı. Bu sokağın doğu tarafı dik dörtgen şeklinde uzanan, etrafı dikenli telle çevrili geniş bir bahçeydi.
Yıllar sonra anıların izlerini sürmek için, sokakları görüntülerken meraklı kişilerin soruları ile başlayan sohbetlerde, o günleri berrak olmasa da karşılıklı hatırlatmalarla hatırlayan ve bana oldukça yardımcı olan insanlar oldu. Yazdıklarımda önemli derecede katkıları olan kişilerin isimlerini teşekkür kısmında andım. İşte bu kesimde, Tatar Abdurrahman’ ların evinin bulunduğu sokağın doğu ucunda, köşede yer alan ev, Salih & Salim Siyahdemirler’ e aitmiş. Bunu Salih & Salim kardeşlerle sohbetimden sonra hatırladım. Birisinin oğulları Yasin ve Hasan’ mış. Yasin ile iyi tanışırdık. Bu sokak ve köşedeki bağlık neredeyse aynı. Sadece çaprazlama yolun bulunduğu, yokuşun yer aldığı boş kesim tamamen konutlaşmış.
Öğretmenler ve Çenedağ Mahallelerine giden yol Briketçi Kamil’ in evinin bulunduğu yerin önünden geçerdi. Briketçi Kamil’ in binası Çenedere ile yol arasında batı tarafta yer alırdı. Evin bir tarafı Denizciler Caddesine paraleldi ve iç avluya Öğretmenler Mahallesi yolundan açılan bir kapıdan geçilirdi. Burada dökülürdü briketler. Briketçi Kamil’ in evinin doğu tarafında da bir iki ev vardı, yol ilerlerken zigzag çizen dere boş ve ekili bahçelerden geçerdi. Tatar Erolar’ ın Evinin önünden gelen sokak burada toprak yolla birleşir ve derenin içinden geçerek karşı tarafa ulaşırdı. Bu yolun kuzey tarafında bahçeli iki katlı bir ev vardı. Bu evin doğu tarafında kalan bölümde de evler vardı. Gürcü Kenanlar’ ın evi de buralardaydı. Yol ev kümelerinin bulunduğu bu kesimden sonra kuzeye doğru devam eder sonda doğuya doğru dönerdi, ilk sapak Öğretmenler Mahallesine gider, daha batıya doğru devam eden yolun ikinci sapağı dereye paralel olarak kuzeye uzanır ve bu yolda çoğunlukla Lazların ve en kuzeyde Yörüklerin oturduğu Çenedere Mahallesine giderdi. Ancak doğu tarafa giden yol dere içersinden devam eder karşı tarafa geçerdi. Atlarını sulamak yada arabalarını yıkamak isteyen atlı arabacılar buraya gelirlerdi. Dere bu kesimde genişler ve su sıklığı azalırdı. Ayrıca bu yol kestirme yol olarak ta tercih edilirdi. Bu yolla hem Sarısakallar’ ın geniş arsalar arasında yer alan evlerine hem de şu anki Turan sokak o zamanların macir Mahallesinin arka tarafına kolayca ulaşılırdı. Çenedere ta dağın eteklerine kadar her tarafından çok ulu çınar ağaçları ve kendiliğinden büyümüş özgün ağaçlarla kaplıydı ve yazın güneş neredeyse dereye hiç olaşamazdı.
Çenedağ Mahallesine ulaşıldığında buranın hafif bir rampanın üzerinde ve doksan derece bir kıvrım yaratmış derenin kuzey batısında yer alan Kiraz bahçelerine giden ara sokak üzerinde kurulmuştu. Bu kesimleri babamla dağın eteklerinde kalan Yörük evlerine ziyaretlerimizden ve daha sonraki ilkokul kır gezilerinden tanırdım. Sınıf arkadaşlarımdan Günayların evi buradaydı. Bir kız kardeşi vardı galiba ismi Sevildi. Yakın komşuları Naziflerin de evleri burada olmalıydı. Nazifler üç kardeş olmalıydılar. Sokağın köşesinde küçük bir mescit yer alırdı. Adeta küçük bir köy gibiydi bu semt. Kır gezilerine gittiğimizde bu bölge bana inanılmaz güzellikte gelir, ağaçların ululuğu, derenin şırıl şırıl akan sesi ve kuş cıvıltıları gizemli alemler de dolaşıyormuş hissi verirdi.
Öğretmenler Mahallesine ulaşmadan buranın güney kısımları geniş ve ekilmeyen alanlardan ve fundalıklardan oluşmaktaydı. mahalle oldukça düzenliydi. Evler genellikle cephe olarak güneye dönük ve bahçelerin ya gerilerinde yada ortalarında bir yerlerde yer alırdı. Sokağa paralel yada yanayana bitişik ev yok gibiydi. Çoğu öğretmen burada otururdu. Yolun ucu yukarılarda bir yerde Harmantarla’ ya ulaşırdı. Harmantarla’ da ilkokulların tercih ettiği ve her yıl gidilen mesire yerlerinden biriydi. Burası büyük elektrik direklerinin bulunduğu, engebeli, çukurlu ve tepeli bir yerdi. Burası pek ekilmezdi. Toprağın rengi koyu haki renkti. Sanki bölge savaş koşullarına göre hazırlanmış bazı yerler korugan yada siper olarak kazılmıştı. Denizciler Caddesinden kuzeye doğru çıkan tüm sokak ve yollar burada birleşir ve kaybolurdu. Öğretmenler Mahallesinin doğu tarafındaki tepe üzerinde de bir mahalle yer alırdı ama buraya pek gitmemişimdir. Bu mahallede babamın iş arkadaşlarından Sivaslı Öztenler otururdu. Onlara ziyaretlere giderdik ama buralarda beni çeken pek bir şeyler olmadığı için burasını pek hatırlamıyorum. Öztenler’ den Mustafa ile Cumhuriyet İlkokul’ unda birlikte okumuştuk. Musatafalar üç kardeş olmalıydılar, Sevgi ve Yeşim. Yeşim ayaklarından özürlüydü. Çok sonraları eski mezarlığın doğu tarafına Uzunerler’ in evlerinin yanına iki katlı bir ev yaptırmışlardı, Mustafa Libya’ ya gitmiş para biriktirmişti yada babası emekli olmuştu.
Sarısakalların evi diğer tüm evlerden oldukça uzaktı ama onu herkes bulurdu. Bir özelliği vardı, kerpetenle diş çekerdi. Nasıl çekerdi bu acıya insanlar nasıl katlanırdı bilmiyorum ama diş çekmesi ile ünlenmişti. Evi uzakta da olsa Sarısakal bulunurdu. İsmail Yalçınkaya’ nın annesi, Şerafettin Akyol ve Şerafettin’ in Hollanda’ ya işçi olarak gitmiş erkek kardeşi hep Sarısakal’ ın çocuklarıydı. Macır Mahallesinin arka tarafı top oynadığımız, Hıdırellez’ lerde toplanılan alandı. Ben ta buralara gelirdim arkadaş bulmak için. Sürekli olarak gittiğim belli bir yer yoktu, ta Köşk’ e, Topallara, Çenedağ Mahallesine, Çarşıya, Kaynak’ a Tren İstasyonu’ na ne bileyim her yere gittiğim olurdu. Kafam nereyse eserse, çünkü oturduğumuz semtte bizden başkaları yoktu ve kimsede uzakta olan bir yere gelmek istemezdi. Boş alanın güney tarafında adeta iki sokak ortasında babamın iş arkadaşı Vahdettin’ in evi vardı. Evin önü doğudan batıya doğru engebeli şekilde uzanan boş bir alandı. Turan sokağın kıvrılarak gelen arka ucu, Yoğurtçu Yörük Mehmet Konur’ un evinin yanından geçen sokağın ucuyla burada birleşirdi. Yoğurtçuların evinin yanından geçen sokak adeta çok genişti, çünkü sokağın doğu tarafında pek ev ve bahçe yoktu ve buralar sahipsiz gibiydi sadece bu yolun orta yerlerinde bir yerde sanki tek başına duran bir ev vardı. Bu evde o zamanların tüm Derince’ sinin tanıdığı en eski fotoğrafçılarından birisi olan Foto Yavuz otururdu. Gelirleri oldukça iyiydi. Eşi alımlı ve çekiciydi. Kızları vardı birden fazla. Foto Yavuz’ un ya bir motor-bisikleti yada mobilete benzeri bir şeyi olması lazımdı. Dükkanı Limanyolu’ ndaydı. Limanyolu Deniz Mahallesi’ nde yer alırdı ve şu anki eski Limanyolu kesimiydi. Sokak güneye doğru ilerlerken doğu kesiminde orta yerlerde iki yada üç ev vardı bahçe içersinde ve evlerde bahçelerin arka tarafında yer alırdı. Bu evlerden ta Denizciler Caddesine kadar olan kesim boş ve çalılıktı. Hatta Denizciler Caddesi köşesinde yer alan uzun bahçenin geri tarafı oldukça yüksek tepelik bir yerdi. Bu bölüm Kalaycı Hocaların evinin arkasından, Yörük Ahmet’ in üç katlı eski binasının kuzey kesiminden ta Tatar Emrullah Dizbay’ ların evlerine çıkan sıkağa kadar hep çalılıktı. Sokağın batı tarafında üç yada beş ev olmalıydı. Evlerden birisinde okul arkadaşım Ali Köselerin evi olmalı. Babası Başçavuştu. Bahçeler ağaç parmaklıkla çevriliydi. Rahmi Aloğlu’ nun oturduğu ev, Halit Dileklerin evi, Ali Sayanların evi, Ali Rıza Sayanların evi ve Ali Fuat Acarların evi olmalı. Foto Yavuzların evinden sonra yolun doğu tarafı Balıların evine kadar boş olması lazım. Yoğurtçu Yörük Mehmet Konur’ un evi ile Balıların evinin arasında boştu. Balıların evinin doğu tarafında yer alan tel örgülü ve meyve ağaçlı uzun bahçe doğal dere görünümlü çukurluğun başlangıcında biterdi. Rahmi Alaoğlu’ nun bakkal dükkanının bulunduğu binanın kenarından geçen sokak o zamanlar yoktu ve bu binanın arka tarafında kuzey-batıdan başlayan ve güney-doğu tarafta biten bir çukurluk vardı. Bu geniş alanda biz çocuklar teneffüslerde, okul sonrası saatlerde ve hafta sonlarında top, topaç, çelik çomak ve misket oynardık. yağmur sonrası dönemlerde yani toprağın yumuşak olduğu bahar aylarında ise çakı denilen bir oyun oynardık. Çakıyı yaş toprağa saplanmaya çalışır ve her saplanan noktadan bir öncekine çizgiler filan çizerdik. İlkokul arkadaşım Vesilelerin evi de buralara yakın bir yerdeydi. Burada yer alan patika benzeri yol ta arkalarda Foto Yavuzların evinin yanına çıkardı galiba.
Turan Sokağın girişte sağ tarafında Derince’ nin ilk LPG tüpçüsünün evi vardı. Tüpçü Hamdi, onlarda göçmendi. Ev bahçenin kuzey köşesinde yer alırdı. Hamdi Amca’ nın tüplerini de sonraları hep Eşek Yaşar taşırdı. Eski macır Mahallesi sonraları Subay Mahallesi diye anılan ve şimdilerde Turan Sokak olan bu mahallede çocukluğumuzda kimlerin oturduğunu, mahallenin en arkalarında hala oturmakta olan Mehmet Akın’ dan öğrendim. Mahallenin resimlerini çekmek ve çocukluğumdan kalan konutlar olup olmadığını öğrenmek için uğramıştım. Mahallenin çocukları meraklı gözlerle ve ardı arkası kesilmeyen soruları ile etrafımız sarmıştı. Konuşmalarından öğrendiğime göre bazıları çocukluk arkadaşlarımın çocuklarıydı. Babalardan birisi de Mehmet Akın’ dı, oğlu evinden çağırdı, ardından İsa Batur’ un babası Ahmet Batur’ a da rastladım. Ahmet Amca babamın iş arkadaşıydı. Ardından Şerafettin Akyol Amcanın en küçük çocuğu Kadir geldi arabası ile. Ayak üstü başlayan muhabbet neredeyse saatler sürdü. Laf lafı açtı, kim nerede oturuyordu, hangi alan ne şekildeydi, derken zaman akıp gitti.
Diğer bilgileri de Adnan Yüksel Çevik, eşi, ablası ve eniştesi ile yaptığım uzun sohbetlerden elde ettim. Yaptığım sohbetler anılarımın sisli bulutları arasında kalan bilgileri daha berrak ve yazılabilir hale getirdi. Şimdi kimler neredeymiş bir bakalım. Sıralamaya, öğrendiğim yada hatırlayabildiğim eş ve çocuklarının isimlerini de ekleyeceğim. Benim ilkokul 3. Sınıf yıllarına denk gelen zamanlarda bu mahallede ikamet eden, kiracı yada konut sahipleri aşağıda sıralandığı şekle benzemekteydi. Aktarmaya çalıştığım bilgiler kesin bilgiler değildir. Bu semtte kiracı olarak yaşamış yada mülkünü satıp ayrılmış bazı kişileri kapsamıyor olabilir.
Foto Osman-(Deli) Fatma Sivri’ nin konutu, Tüpçü Hamdi-Emine Alkan’ nin evi (Şükran, Nuran ve Nermin), Nuri-Rahmiye, Nizamettin-Servet Dardoğan (Hüseyin, Aysel, Hasan ve Fatma), Hüseyin-Fevziye Yeten (Gülten ve Erhan), İsmail Ciddi, Morgen lakaplı, Camcı Yusuf-Latife Ayçiçeği (Fatma, Gürcan ve Burhan), Bakkal Eşref-Şafiye Amca, Halit-Ayşe Zer, Ahmet-Sebahat Batur (İsa, Sermin ve), Beyti-Sadiye Durmaz (Salim, Hilmi, Naziye ve Ncdet), Sütçü Sadık Amca, Ali-Mercan Akın (Hamide, Medine, fatma, Mehmet ve Melek), Şerafettin-Meryem Akyol (Nermin, Kadir, Sevim, Serpil ve Kerem), Ahmet-Fecriye Yıldız (Nermin, Feriha, Hülya ve Erdinç), ve son yıllarda gelen Ali Çamlıca (Şenol, Erol).
Mehmet-Mevlüde Ali Gökçe (İbrahim, Saniye, Samiye ve Gönül), Çankırılı Arif-Ayşe Seyrek (X Veysel, Hacer, İsmail ve Recep), Yasin Sayan, Hamide Teyze (Hulusi, Aysel, Yüksel, Hulki ve Zafer), Yunus-Zehra Çevik (Osman, Hanife ve Adnan), Macit-Zeliha Albay (Vechiye, Orhan ve Mihriban), Şaban-Sadiye Durmaz (Saliha ve Emine), Süleyman-Sadiye Tezer (Şemsettin), İmam Hüseyin-Zekiye Sayan (Sabahattin, Nuri, Türkan, Aydın, Metin), Hüseyin-Cemile Sayan (Celal, Nurcan, Selahattin ve Kamuran) ve boş alandan sonra Vahdettin Turan’ nın evi (Bahattin).
Mahallede yer alan ve sözünü sıkça ettiğim Eşref Amca’ ya ait bakkaliye benim için bir başka anlam ifade ederdi. Kışın yada yağmurun bol olduğu mevsimlerde Çenedere’ yi geçemediğimiz günlerde Eşref Amca’ nın dükkanına giderdik. Sattığı iğde ve ayçekirdeği en beğendiğimiz eğlencelik çeşitleriydi. Golden yada Kent sakızlarına pek ulaşamazdık. Belki de en ucuzları iğde ve ayçekirdekleriydi.
Çocukluğumda bu mahalle diğer yerlere oranla oldukça düzenli ve temiz bir mahalleydi. Aktarıldığına göre, mahalle sakinleri sokağı neredeyse kendileri temizlerlermiş. Her konut sahibi evin önünü yolun yarısına kadar sürürmüş ve çöpler belli bir yerde düzenli olarak tutulur, çöpçüler geldiğinde toplanmış çöpleri alır götürürmüş. Bir süre sonra mahalle örnek mahalle olmuş bu özelliği ile. Akşam karanlığı çöktüğünde, serin yaz akşamları her konutun sakinleri ama özellikle bayanlar evlerinin sokak tarafına gelir otururlarmış. Bir muhabbet başlarmış ki aralarında, anlattıklarına göre buna doyum olmazmış. Ah nerede o eski güven ve huzur dolu, herkesin herkesi tanıdığı ve sevdiği günler diye hayıflanmaktaydı aktaran yaşlı kişiler.
Tüpçü Hamdi Alkan’ nın evinin önünden itibaren şu anda Ali Orkan’ ların evinin bulunduğu, mescidin tam karşısında yer alan sokağın sağı solu ta dereye kadar boştu ve burası çukurluktu. Rahmi Aloğlular’ ın evlerinin arka tarafında kalan dere benzeri çukurluk ta dereye kadar uzanırdı. Burası da biz çocukların doğal oyun alanıydı. Bu sokağın biraz kuzeyinde sağlı sollu iki ev yer alırdı. Doğu tarafta yer alan evin arka tarafı boştu. Bu evin doğu tarafında yan yana bahçe içersinde iki ev daha vardı. Bu evler derenin seviyesine göre tepede kalır ve bu özellik biz çocuklara çok çekici ve cazip gelirdi. Sokağın daha ortasında dere ile birleşen yerle batı taraf yine boş alandan ibaretti. Bu kesit misket oynamayı seven çocuklar için çok tutulan bir alandı. Boş alanın ve sokağın doğu tarafında kuzeye doğru iki üç ev yer alırdı ve sokağın en sok köşesi dere ile birleştiği yerde yine boştu ve meyvelik bir bahçeden ibaretti. Batı tarafta boş alandan sonra kuzeye doğru bir ek sonra bir baş arsa ve ta dereye kadar meyvelikti. Buranın karşı tarafında yani doğu kesiminde Öğretmenler Mahallesine giden yol ile dere arasında kalan bölümde geniş meyve bahçeli ve şahane çiçeklerin yer aldığı üç ev vardı. Burası dere yüzeyine göre dereden doğuya doğru tali ve hoş bir yükseklik üzerinde yer alırdı. Derenin bu kesimini dere içersinde yürüyerek pek geçemezdik çünkü etraf geçilmez derecede dikenli, fundalık ve ağaçlıktı. Yan taraflar ise seviye olarak dere zeminine göre oldukça yüksekte kalırdı. Dere kuzeye doğru tatlı bir eğimle önce sola döner ileride dirsek yapıp genişler sonra tekrar sola dönüp kuzeye doğru giderdi. Bu kesimde dere oldukça genişlediği için kum işi ile uğraşanlara yada kum ihtiyacı olanlara oldukça bereketli ve verimli olanaklar sunardı.
Bu kesimin kuzey tarafı yani Çenedağ Mahallesine giden yolun hemen güney bölümü, dereye göre yüksekte yer alırdı ve bu tepe dikenler özellikle böğürtlen dikenleri ve fundalıklarla kaplıydı. Böğürtlen dikenleri ta dereye kadar uzanır ve adeta geçit vermezdi. Derenin kuzey tarafına geçilince Çenedağ mahallesine gidilen yola çıkılırdı. Yolun sağ tarafı yani doğusu ta mahallenin ucuna kadar boş arsaydı, batı tarafı ise dere ile paralel devam ederdi. Ama yolla bu arsalar arasında adete ağaçlardan yada fundalıklardan çık oluşmuş durumdaydı. İleride bir yerde derenin kıyısında yer alan bir kuyu vardı. Bu kuyunun üzerinde demirden kapak vardı. Belki derenin yanında yer alan bir kaynaktan içme suyu temini için yapılmış bir düzenekti. balık tutmak için dere içersinden ta yukarılara çıkardık.
Dere Çenedağ Mahallesi’ nin arkasında ucu doğuya doğru adeta insan burnuna benzer bir çıkıntı oluşturmuştu. Kiraz bahçeleri arasında yer alan boş piknik alanına derenin içersinden yada mahalle arasından geçen yolun ucundan çıkılırdı. Burada da dere kenarlarında oluşturulmuş içme suyu kaynakları vardı. Yani akakları önlerinde hayvanların su içmesini kolaylaştıran yalakları olan kaynaklar. Burunun başlangıcında bahçelerle dere arasında ağaçlardan, böğürtlen dikenlerinden ve aralarda yer alan yeni yetme fidanlardan adeta doğal çitler oluşmuş durumdaydı. Ama karşı tarafta yani kuzeydeki bölümde yer alan doğal dere kenarı tepesinde bir kısmı açıkta kalmış su boruları yer alırdı. Buralara geldiğimizde mutlaka bu borulara asılır bunları bir tür barfiks aleti olarak kullanırdık. Borulara asılı kalır, kuvvet denemesi yapar yada ellerimiz asılı ne kadar mesafe gidilebildiğini aramızda denerdik. Bu kesimde yer alan kiraz bahçeleri Yalçınkaya kardeşlere ve Turan Sokakta oturan diğer ailelere aitti. Lazların bu tür bahçeleri yani kiraz, incir, dut ve benzeri meyve ağaçlarının yer aldığı ve içersinde üzüm bağlarının yer aldığı bahçeleri yoktu galiba. Bu kesimde Mehmet Bostanlarında evi vardı. Mehmet benim ilkokul arkadaşımdı. Lazlar daha çok mesleki işlerle, büyük baş hayvanlarla ve atlarla uğraşırlardı. Bahçe işi ile uğraşmayan, evinde kedisi, köpeği ve ineği olmayan neredeyse yoktu. Kışlık gıdların çoğu yazdan ekilip biçilir ve kışa kurtularak depolanırdı. Kışın yakacak odun olarak Çenedağ’ dan çekilen odunların bir kısmını Lazların çektiğini hatırlıyorum.
Çenedağ’ ın ormanlarının böyle kesile kesile yok edildiğine inanıyorum. Bir çok kısmı da sonraki çıkan yada çıkarılan yangınlarla azar azar yok olup gitmişti. Arların sağ ve sol taraflarına bağlanmış bilek kalınlığında yada daha kalın odunlar, Merkez cami karşısındaki parkta yada saray Taksinin bulunduğu caddenin bir köşesinde alıcısını beklerdi. Yada talep üzerine doğrudan ilgili eve götürülürdü. Tomrukçuların yada oduncuların bir çoğunda yakacak odun satılırdı ama Çenedağ’ dan çekilen bu ağaçlarda daha çok talep görürdü. Çok sonraları kışları ısınmak için kömür kullanılmaya başlandı. Babamlara Devlet Demir Yolları yıllık ihtiyaçları kadar kömür tahsisatı yapıyordu ama yakacak odun olarak ya tahta parçası alınıyor yada yazdan çalı kökü sökülüyordu. Çenedağ’ dan kesilip getirilen odunlardan pek satın almazdık.
Yörük Ahmet’ in şu anki dört katlı binasının yerinde yine katlı bir bina vardı ama o her katta çok daireli değildi. Bu binanın doğu köşesi boştu. batı tarafı ta Yörük Enverlerin binasına kadar boştu ve kesim elli metrelik bir genişlikte uzanan yol seviyesinde düzlükten oluşmaktaydı ama bu düzlüğün kuzey tarafı tamamen çalılık ve daha tepelikti. Yörük Enverlerin binasının yerinde uzunlamasına bir ev vardı ve köşe tarafta Lazların marangozhanesi vardı. Marangozun iki oğlu vardı Recep ve Mustafa. Bunun yanında başka bir dükkanda olmalıydı sobacı yada başka bir şey. Bu dükkanların batı tarafında, yolun köşesini teşkil eden arsa önceleri yol tarafında bahçe kapısı olan ve etrafı briketle çevrili duvarlı bir bahçeydi. Sonraları zaman içinde ne duvar ne de bahçe kapısı kalmıştı, geriye kalan sadece toprak ve çamur içersinde kaybolmakta olan duvar kalıntılarıydı. Bu bahçenin bir üst tarafında yer alan ev hala yerinde durmaktaymış. Bu evin kuzeydeki ev Yoğurtçu Tatar Mustafa’ nın eviydi. Mustafa Amca’ yı ben hatırlamıyorum, benim hatırladığım oğullarıydı. Mustafa-Zeliha çiftinin üç oğlu vardı. Remzi, Saim ve Cengiz. Hala aynı yerde oturmaktalar, ancak aynı bina değil, çok katlı bir bina yapmışlar ve en alt kat yoğurt imalathanesi olmuş. Ziyaret ettiğimde, Saim ve Çengiz ile görüşme şansını yakaladım. Birlikte anılara, geçmişe daldık ve bazı izleri yakalamamda oldukça yardımcı oldular. Bir üst evin Çöpçü Süleyman Uçar’ a ait olduğunu, bir oğlu olduğunu ve isminin de İsmail olduğunu söylediklerinde, hemen hatırlayamadım ama sonra geçmişin sisleri dağılınca, Süleyman Amca’ yı hatırladım. Onlarda bizim ailecek görüştüğümüz insanlardı. Zaten Saim’ in belirttiği gibi o zamanlar kaç ev varmış bu civarda ve oturanlarda bir şekilde birbirlerine gereksinim duymaktaymışlar öyle yada böyle.
Tatar Emrullah-Hafize Dizbay’ ların evleri bu kesimin en ucunda ve en tepelik yerinde inşa edilmişti. Evlerin arka tarafı Sarısakallar’ ın bahçelerini ve Turan Sokağın arka taraflarını ve ta Çenedağ Mahallesi ve Öğretmenler Mahallesini görürdü. Yüzü güneye dönük iki katlı bir bina, bu binanın doğu tarafında sanki tek odalı ve yandan merdivenlik iki katlı bir bina vardı. Ön tarafta ise koyunların yemlikleri, sulukları, samanlar vb şeyler. Bahçelerinin etrafında pek avlu yada benzeri bir şey yoktu. Dört kardeştiler galiba iki erkek Sabahattin ve Nurdoğan ve iki kız Hilmiye ve Şennur. İki at arabaları vardı birisiyle kum, taş ne bulurlarsa taşırlardı diğeri de yaylı tür bir arabaydı galiba. Arabaları ikişer atlıydı. Yoğurtçu Saim ve Cengiz kardeşlerle sohbetim sonrası, Emrullah Amca’ nın çocuklarının hala aynı yerde oturduklarını belirttikleri için, yukarı çıktım ve gözlerime inanamadım, tam tarifim gibiydi, yıllar vardır ki buralara gelmemiştim. Kerpiç ev yıkılmıştı ama briket iki katlı ev yerinde duruyordu, içersinde oturmaktaydılar. sadece evin kuzey tarafına eklenti yapılmıştı. Bahçeyi tel örgü ile çevirmişler yaklaştım tereddütle ve sanırım Şennur’ a benzeyen bir kız vardı avlunun öbür tarafında, açıkladım kim olduğumu. Kız cevaben Nurdoğan’ ın kızı olduğunu söyledi, o benim halamdır dedi. Konuşabileceğim bir büyüğü olup olmadığını sorunca, ablasının ve babasının olduğunu belirtti. Önce ablası sonrada rica üzerine babaları Nurdoğan geldi. Ayak üstü daldık geçmişe ve Nurdoğan inanılmaz ayrıntılarla başladı geçmişi gözlerimin önüne sermeye. Annemi, babamı, bizim çocukluğumuzu anlatıyordu. Yaşlanmış, 22 yaşlarında öğretmen olan bir de oğlu varmış iki kızının yanında. Bir bilge gibiydi, anlatmaktan mı zevk almaya başlamıştı, bir dinleyen bulduğu için mi bilinmez, üşüyebileceğini söyleyerek ceketini getirdiler rahatsızmış ama o sürdürdü konuşmasını. Bence herkes geçmişe ait anılar söz konusu olunca ilkin pek önemsemiyor ama anıların tatlılığı insanı sarınca da, onun tatlı rüyasından da kolay kopamıyor. Muhabbetimiz uzayıp gitti ve Nurdoğan anlatmasına devam etti. Bir süre sonra ben tekrar gelip, diğer ayrıntıları dinleyeceğimi belirterek ayrıldım.
Yoğurtçu Remziler’ in evinin tam doğu tarafında yer alan ve önünde büyük bir kavak ağacı olan iki katlı evin çocukluğumuzda yer alan ev olup olmadığını sorduğumda, evet aynı ev cevabını aldım. Resimlerini çektim. Ev ilkin Yörük Ahmet’ inmiş ve ilk zamanlar orada otururmuş. Yörük Ahmet’ in o zamanlar Ayşe ve Nuri isimli iki çocuğu olduğunu hatırlıyorum. Çok sonraları ikinci evliliğinden ayağı özürlü bir oğlu daha olmuştu. Aşağıda yol kenarındaki ilk evini ise daha sonra yaptırıp oraya taşınmış. Ben Yörük Ahmet’ in bu evinde çocuklarından birisinin ismi Arif olan bir ailenin oturduğunu hatırlıyorum.
Briketçi Kamil’ in binasının önünden yani Öğretmenler Mahallesinden gelen yolun Ankara Asfaltına ulaşımında mahalle arasında yer alan çok dar bir patika yol kullanılırdı. Bu yolun Ankara Asfaltı kenarındaki durağa zamanla işaret durağı ismi verildi. Bu patika yolun ucunda yani Ankara Asfaltı tarafında, sokağın sağında ve solunda evler vardı. Batı tarafta yer alan ev önden yada yandan merdivenli iki katlı evdi. Ağaç kafesler arasına yığma tuğla örülmesi biçimde inşa edilmişti. Evin dış yüzeyi sıvasızdı. Doğu tarafta da yine iki katlı ama galiba çift daireli bir ev vardı. Bu evde çocuklarının adları Naci ve Naciye olan bir aile otururdu. Kızın bir ayağı özürlüydü.
İşaret Durağının Çenedere kenarından ta Derince Geçit’ e kadar yolun kuzey tarafında kalan boş alan yola göre daha çukurdu. Yol seviye olarak yukarıda kalırdı. İşaret durağı önü bir eğimle dereye ulaşır ve karşı tarafa yani kuzeye geçerdi. Geçit’ e doğru gidişte Tatarların ganiş bahçesinin tam ortasında Asfalta çıkan bahçe kapısı vardı. Bu kesim ta liman yoluna kadar çanak benzeri bir çukurlukla devam ederdi. Ancak tatarların asfalta bakan bahçe kapısı hizasında yolun altına su akışını sağlayacak bir köprü vardı. Limanyolu’ nun Asfaltla birleştiği ve kuzeye çıktığı noktada su akışını sağlamak için yolun altına beton künkler döşenmişti. Buradan ilerleyip Geçit’ e doğru gidildiğinde yolun güney alt tarafında yürüyen kişiler sizi göremezdi. Asfaltın güney tarafı da benzer bir alt seviyedeydi yola göre. Asfaltın kenarından yüründüğünde yolun her iki tarafı aşağıda kalırdı. Geçit ile Limanyolu arasında ama asfaltın kuzey tarafında yer alan boş alanda ilkin atlı-arabalar kendilerine durak oluşturmuşlardı, sonraları zaman içinde kaybolan at ve atlı arabaların yerini kamyonetler almaya başlamıştı. Çenedere’ den itibaren asfaltın güney tarafı ta Limanyolu’ na kadar oldukça sessiz ve ürkütücü gelirdi bana. Dere ile ta o zamanların çini imalathanesine kadar yer alan kısımda sadece bahçeler yer alırdı. Çiniciden sonra üç ev ve arka sokağa giden bükümlü sokak ve sokağın doğu tarafında bahçenin güneyinde yer alan bir ev vardı. Sonrasında sadece yine Lazların tomruk atölyesi. Oğullarından birisi benim ilk okul arkadaşımdı., İbrahim. İbrahim’ in bir ağbisi birde erkek kardeşi olmalıydı. Kızkardeşleri yada ablalarını hatırlamıyorum.
Ankara Asfaltı altında yani güney tarafta yer alan çocukluğumdaki Derince’ e bir göz atalım. Güney taraf ve Kuzey taraf Derince’ nin o zamanlar iki ana bölümünü oluşturmaktaydı. Kuzey taraf daha kalabalıktı. Güney tarafta yerleşim daha azdı. Güney taraf Kaşkaldere’ den başlar ve Köşk ile Topallar Köyü arasında yer alan vadiden akan derenin kıvrılarak güney-batıya doğru dönmesi ve şu anki Petrol Ofisi Benzin İstasyonunun batısından deniz aktığı bölüm arasında yer alırdı. Bu kesimleri bir sıralama takip ederek anlatmak istiyorum. Hatırlamaya çalışacağım sıralama batı taraftan Kaşkaldere’ den başlayacak ve şöyle bir sılama takip edecektir. Kaşkaldere, 60 Evler Bölümü-Bağlıklar, Tarla, Çöplük, Demiryolu Altı, Macır Mahalllesi Yolu, Macır Mahallesi, Deniz Mahallesi-Limanyolu, Limanyolu-Çarşı, Çarşı-Dolmuş Durağı Bölümü, Mektep Sokak-Lojmanlar Bölümü.
Güney tarafta yer alan çocukluğumun Derince’ sinin bazı kısımlarını santim santim hatırlıyorum, bazı kısımlarla ilgili, sokak isimleri, konut sahiplerinden bazılarının adlarını, belirgin olan bazı dükkan ve sosyal binaların isim ve öykülerini, Çarşı’ da yer alan Esnafın adlarını ve konumlarını, Mektep Sokak ile İstasyon Parkının ayrıntılarını, Manaların ve Eski Vapur iskelesinin öyküsünü, Ahmet Ağa Kaynağını, Eski istasyon Binası ve Müştemilatını ve Yanıklı ve bu çevrenin demiryolu altı ile deniz kıyısını anlatmadan önce bu kısımlar hakkında bazı eski Derinceli’ lerle konuşup, hatırlarda eksik kalan ve benim hatırlayamadığım veya bilmediğim özellikleri ile bilgileri tazelemem ve güncellemem gerekmektedir. Anılarımı tazelemek için, hala Çarşı’ da mesleklerini icra etmekte alan tatar kasap kardeşler, Saatçi Mehmet Sandalcı veya oğulları, şu an eski Limanyolu’ nda hala mesleğini icra eden en eski Berberlerden X Akın ile konuşacağım.
Kaşkaldere şu anki Emniyet Müdürlüğünün doğu tarafından yani Murat Evler ile Asker Hastanesi arasında akan dere ile Kaşkaldere arasında kalıyordu. Emniyet Müdürlüğü binasından sonra batı tarafta yer alan benzin istasyonundan önce bir koyun ağılı vardı sonraları tavuk çiftliğine dönüştürülmüştü. Şu anki benzin istasyonunun yerine Mühendis Ethem Ciliv yıllar sonra bir benzin istasyonu açmıştı, benim burada 1975lerde çalıştığımda benzin istasyonu Shell isimliydi. Yolun üzerinde dereye kadar bir yada iki ev yer alıyordu. Ama güney tarafta batıdan başlamak üzere, kocası ölmüş bir kadın vardı, Derince limanında çalışırdı, iki çocuğu vardı, birisi Ayşe diğeri Xdi. Bundan sonra çocukları ilkokul arkadaşım olan iki aile vardı. Doğuya doğru yıllar sonra Press Sanayi isimli bir döküm atelyesi açılmıştı. Şuanda 60 Evlere giden yol o zamanlar patika gibiydi. Bu yolun batı köşesinde Abbas Amca’ nın evi vardı. Mevcut Cami Abbas Amca’ nın bağışı olan arsada inşa edildi sonraları. Abbas Amca’ nın burada açtığı bakkal dükkanı çok sonralarına rastlar. Doğu tarafta yer alan tepede Xlerin evi vardı. Bu evin doğu tarafından yukarıdan gelen dere akardı. Güney tarafta ise bir koruluk yer alırdı. Bu korunun kuzey tarafında akan dere 60 Evlere giden yolu keserek önce güneye döner sonra kıvrımlar çizerek aşağıda demiryolunda Kaşkaldere ile birleşerek demiryolu altında yer alan köprüden geçer denize doğru uzanırdı. Bu derenin güney tarafı Koru hizasından başlayarak yükselir şu anki ilk Seka Kooperatifinin yer aldığı tepe ile birleşir batı-güneye doğru derenin geçtiği vadiyi takip ederek denize doğru düzleşmeye başlardı. O zamanlar patika ve at-arabası yolu şeklinde olan mevcut yol neredeyse korunmuş durumdadır 60 Evlerin girişinde. Bazı farklılıklar şunlardı; Şuanda çim-sahanın bulunduğu yerin önünden kuzey-doğu yönünden başlayarak batı-güneye doğru bir yol uzanırdı, bu yol aşağıdan Kaşkaldere’ den gelen patika yol ile birleşip diklemesine demiryolu kıyısında yer alan bahçeli kooperatife kadar gider oradan zigzaglar çizerek demiryoluna uzanırdı. Bu birleşimden önce yolun batı tarafında sonraları top oynadığımız alan yer alırdı. Şu anda ilk Seka bahçeli kooperatifleri olarak yapılan konutların bulunduğu yerler çoğunluğu defne olan, karaçalı, meşe fundalıkları ile kaplıydı. Bu bölgeye kocakarı-yemişi dediğimiz, olgunlaşmaya başlamadan önce sarı renkte olan, olgunlaştıkça kırmızıya dönüşen defne yemişi ve mantar toplama gelirdik.
Çocukluğumda Kaşkaldere Korusunun doğu tarafından başlayan ve Mühendis Ethem Ciliv’ in bina ve müştemilatının bulunduğu tepeye kadar olan kesim önce belli bir düzlük ile başlar, güneye doğru yavaş yavaş çukurlaşarak devam ederdi. Demiryoluna yaklaştıkça vadi şeklini alırdı. Demiryolu ile birleşmeye yakın alanda vadi adeta V şeklini alırdı. Demiryolunda bir köprü mevcuttu ama buradan geçmeye yürek isterdi. Köprünün her iki tarafı yabanıl ağaçlar özellikle yabani incir ağaçları ve böğürtlen dikenleri ile kaplıydı ve köprünün kuzey tarafından ve özellikle güney tarafında yer alan sağlı sollu kaynaklardan gelen sularla adeta doğal bir gölet oluşmuştu güney tarafında. Buraya Domuz Dere denirdi. Azmi kurbağa avlama cinayetleri işlemiştik burada arkadaşlarla. Şimdilerde Domuzdere Köprüsü Belediye’ nin Sahil düzenleme çalışmaları sonrası, demiryolu altına geçiş köprüsü olarak düzenlenmiş. Köprüden geçiş sağlamak için köprünün kuzey tarafı yokuşu açı olarak oldukça düşürmek için doğudan ve batıdan gelen uzunlamasına yollarla bağlanmış.
Mühendis Ethem Ciliv’ in konutu şuanda aynı yerini korumaktadır. Ehtem Efendi’ nin araç parkı idi bahçesi. Ev bahçenin yol tarafındaki ucunda yer alırdı. Evin kuzey taraftan giriş vardı. Girişten sonra sol tarafta mutfak ve banyo-WC, ortada salon ve doğu tarafta yan yana iki oda vardı. Bu konutun arka tarafında yine yola paralel uzunlamasına bir tavuk yetiştirme eklentisi vardı. Ethem burada tavuk çiftliği yetiştirirdi. Civcivler o zamanların modern sayılan yöntemleri ile seri olarak üretilir, büyütülürdü. Eklenti bina ile ev arasında yer alan kesimde küspe yığınları yer alırdı. Yazın küspeler o denli kötü kokardı ki buna dayanamazdık. Bina ve eklentilerinin yer aldığı arsa dikdörtgen şeklinde yoldan güneye doğru uzanırdı. bahçenin etrafına çam ağaçları dikilmişti ama o zamanlar çam ağaçları oldukça küçüktüler. Çamlar fıstık çamı türünde olmalıydı, yani en zor ve geç büyüyen çam ağacı türü. Şu anda etrafı çam ağaçları ile çevrili bu evin yol tarafında deprem öncesi 6-7 katlı olan sonra 2 katı tıraşlanan bina yer almaktadır.
Ethem Efen’ dinin evinin evi 60 Evlerin ikinci tepesinin tam ucunda ama batı eğimi tarafında yer alırdı. Arsanın doğu tarafı yukarıda batı tarafı ise aşağıda kalacak şekilde uzanırdı. Evin hemen ön doğu cephesinde vinçler ve çeşitli inşaat araçları park ederdi. Bu makine parkının doğu tarafında kör bir kuyu vardı, üzeri açıktı. Bir ara bu kuyuya bir at düşmüştü de onun kurtarılışını izlemiştik. Ethem Efendi’ nin evinin yer aldığı tepe güneye doğru devam eder demiryoluna uzanmadan önce Y harfi şeklinde bir eğim kazanarak demiryoluna doğru inerdi. Bu tepenin batı tarafından demiryoluna doğru bir patika yol inerdi. Ethem Efendi’ nin arsasının güney tarafında akan suların oluşturduğu yarıklar doğal çukurluk ile birleşerek kuzey-batıdan güney-doğu yönünde aşağı doğru inerdi. Bu çukurluk sonraları dökülmeye başlayan çöpler ile doldurulmuştu. Bu alan biz Kirazların kışlık odun ihtiyacımızı karşılamak için söktüğümüz köklerin en uç kesimini oluşturmaktaydı. Buradan eve çuvallar içersinde kök taşımak biz çocuklar için işkencenin bir çeşidiydi adeta. Çuvallara aşırı doldurduğumuz çıkıntılı kökler sırtımıza batar, dayanılmaz acılara sebep olurdu. Babam taşıma kapasitemizin üstünde kök sökerdi biz çocukların gözünde, ama onun değerlendirmesi ise, kısa sürede ve sadece hafta sonlarında yapılan işin, toprak yaş iken ve sıcaklar başlamadan bitirilmesi gerekiyordu ve bu iş onun gözünde bir ödev gibiydi. İşini bitirir ve bir çuval doldurup eve dinlenmeye giderdi. Biz taşımaya devam ederdik. Etraf çalılık, gidilip gelinecek yol patika şeklinde ve bizler çok küçüktük. Taşı taşı bitmezdi kökler. Oynamak oyalanmak isterdik. Süre uzayınca babam sorular sorar, ne kadar kök kaldığını öğrenmek isterdi. Bitti dediğimizde köklerin yığıldığı alanı denetlemeye gider ve bizim taşımamak için çalıların altına attığımız kökleri bulur getirirdi. Kendimize göre kurnazlık yapar bazı kökleri çalıların içine atardık, ama o bizim düşünüp yaptıklarımızı adeta gözlerimizden anlardı. Ethem Efendi’ nin evinin önünden yol kenarından doğuya doğru başka bir at-arabası yolu inerdi. Bu yol ile Ankara Asfaltı arasında yüksek çalıların yer aldığı fundalık yer alırdı ve seviye tali yol aile asfalt arasında eğimle devam ederdi. Asfalt daha yukarıda yol ise çok aşağıda kalırdı. Bu yol doğuda aşağıda Ahmet Ortaç’ ın arsasının batı tarafında yer alan ve ekilebilir arsaya kadar uzanırdı. İşte bu kesit biz Kirazların kök söküm alanlarının başlıcasını oluşturmaktaydı, hem evimize yakındı hem de bizim bildiğimiz yerdi. Ahmetlerin arsasının batısında kalan ekilebilir arsa ile Ethem Efendi’ nin evinin bulunduğu kesim arasında kalan alan tarla şeklinde idi ve çoğunlukla çayır olarak kullanılmaktaydı. Şekli Ahmetlerin arsasından batıya doğru yükselerek ilerler ve geniş olarak düşünüldüğünde büyük bir kareyi andıran şekilde uzanırdı. Burada yetişen çayırları Ahmetler biçerlerdi. Ekilebilir arsayı da yıllarca Ahmetler ekip biçmişlerdi. Arsanın kendilerine ait olduğunu ileri sürerlerdi ve biz çocuklarda öyle bilirdik ama gerçek bu değilmiş. Çayırlığın güney tarafı aynı eğimle devam eder, yani batı tarafı yüksekte doğu tarafı alçakta kalacak şekilde güneyde yer alan macırların üzüm bağlarında son bulurdu. bağlıkların batı tarafını macırlar eker biçerlerdi, çoğunlukla buğday ve mısır ekilirdi.
Ahmetlerin arsası dikdörtgen şeklinde Ankara Asfaltından şu anki Maliye Lojmaları önünden başlayarak büyük bir V harfi şeklinde güneyde aşağıda vadi şeklini alan dere yatağına doğru uzanırdı. Arsanın kuzey tarafı şu anki Gümüşhaneli Mahallesi olan mahallenin güney tarafına değin ekilir buğday tarlası idi. Etrafı tel-örgü ile çevriliydi. Tel-örgülerin doğu tarafında ama asfalt ile birleşen noktasında arsaya giriş yolu uzanırdı. Asfalt ile arsa arasında batı taraftan gelen tali bir yol vardı. Bu yol ile asfalt arasında dikenlikler ve çalılıklar yer alırdı. Çit boyunca dut ağaçları ekiliydi. Yoldan yaklaşık beş yüz metre güney tarafa eski kerpiç evleri yer alırdı. Evin kuzey tarafında yani arkasında indirme dediğimiz ardiye yada ahir benzeri bir eklenti vardı. Burada hem tavuklar, atlar hem de kışa hazırlık tahılları, samanlar filan depolanırdı.
Ahmet Ortaçların evlerinin önü güneye bakıyordu. Planı bizim ev gibiydi. Ortada salon, batı ve doğu tarafta yer alan iki oda. Banyo ve tuvalet yoktu. WC evin dışında yer alırdı. Bahçenin güney tarafta, sağ alt ucunda yer alırdı. Banyo ihtiyacı ise başka şekilde giderilirdi. Soba yanan odada çocuklar yıkanır, büyüklerin ise banyo yaptıkları pek görülmez yada bilinmezdi biz çocuklar için. Onlar banyoları ya hafta sonları çocuklar dışarıda iken yada uyuduktan sonra yaparlardı. Bir su kuyusu açmışlardı evin hemen güney-batı köşesine. Kuyudan çıkan toprak hemen kuyunun yakınına yığılmıştı, rengi beyazdı. Kuyunun etrafına beyaz incir ağaçları dikilmişti, yıllar sonra ağaçlar büyüyüp gelişmişti ve yemişleri de oldukça iri olurdu. Evin arkasında asfalta kadar olan bölümde sebze ve mısır ekerlerdi. Burada da erik ağaçları vardı. Evin önünde dut, şeftali, vişne ve ekmek ayvası ağaçları ile evin doğu tarafında kalan ve sürekli buğday ektikleri arsanın güney ucunda batıdan-doğuya boylu boyunca kızılcık, sarı erik ve armut ağaçları dikiliydi. Şu anda mahallenin güney ucundan başlayan meyve bahçesi ekmek ayvası, armut ağaçları ile başlar güneye doğru kiraz ağaçları ve elma ağaçları ile devam ederdi. Ortası V şeklinde eğim kazanan arsanın çukurlaşan kesiminde kızılcık ağaçları yer alırdı. Vadileşen arsanın alt doğu tarafları yüksekte kalırdı. Eğim arsanın ortasında düzleşir, yukarından asfalttan, batı-kuzeyden gelen su akakları ile birleşerek şuanda ilkokul olan bölümden başlayan doğal vadiye doğru akardı.
Ahmet Ortaçlar evlerini yaptırmışlardı ama hemen buraya taşınmamışlardı. Belli süre kiracılar yaşamıştı. Hatırladığım Sayan ailesiydi. İmam Hüseyin-Zekiye Sayan Ailesi’ nin Sabahattin, Nuri, Türkan isimli çocukları vardı.
İlkokulun yer aldığı kesim tamamı ile dere görünümlü, sık ve yüksek çalılıklar ile kapalıydı. Bu vadinin doğu tarafında batı-kuzeyden başlayan ve güney-doğuya doğru uzanan bir yol vardı. At-arabası yoluydu. Bu yol, kuzey-batıdan gelen dere ucu ve güney tarafta yer alan doğal dere Ahmetlerin arsasının bu noktasında birleşirdi. Burası doğal bir düzlük gibiydi. Tam bu noktada kocaman bir karaağaç, geç meyve veren tatlı, beyaz renkli dut ağacı vardı. Bizim bahçe pek meyvelik olmadığından yazın meyveler ardı ardına gelişip olgunlaşmaya başladığında, burayı ben mesken tutardım. Yukarıdan evlerin bulunduğu yerden burada insanı görmek olanaksızdı, hem meyve ağaçları ve çalılıkların korumasından hem de doğal çukurluk nedeniyle. Bu derenin böğürtlenleri de ayrı bir çekim nedeniydi. Böğürtlen dikenleri arasında yetişen yabanıl muşmula ve kızılcık ağaçları da beni çekerdi. Doya doya kiraz, kızılcık, elma yada ayva yerdim meyvelerin olgunlaşma süreçlerine paralel olarak. Benim bu saltanatım Ahmetlerin evlerini buraya taşımaları ile son buldu. Bahçeye kimse sokulmazdı, giren biz çocuklar olsakta, hatta bunun aileler arasında bazı tatsız kavgalara dahi yol açtığını hatırlıyorum.
Ahmet Ortaçların arsasının bir doğu tarafında Bedriye çavdarların arsası yer alırdı. İlk zamanlar burası boştu, yol tarafında bazı meyve ağaçları dikliydi. Çok sonraları meyvelik kısmın hemen altına büyük baş hayvan yetiştirme binaları yapılmıştı. Sonraları burada tavuk yetiştirmeye başladılar. Bu binaların altında kalan kesim doğal çimen ve ot alanı olarak kullanılırdı, yazları oldukça büyüyen çimenler biçilir, balyalanıp kışa saklanır yada ot yığınları haline getirilirdi. Ne zamandır bilinmez mevcut binanın doğu tarafında uzun yıllar oturacakları evlerini inşa ettirmişlerdi. Bina brikettendi. Arka tarafında, kapısı bahçeye açılan çıkma tuvalet ve banyo kısmı vardı. Güney tarafta yer alan ara sokak hizasına kadar olan bölümde mısır filan ekerlerdi. Bu ara sokağı altında kalan bölüme ise sık olmasa da buğday ekildiği olurdu. Buğday ekilen bu alanda pek meyve ağaçları yoktu. Evlerinin ön yüzü asfalta bakıyordu ve giriş kapısı evin orta yerindeydi. Ön tarafta çatı altı tipi bir balkon vardı. Mutfak kuzey-batı tarafta, mutfağın güney tarafında bir oda ve ortada uzunlamasına bir salonları mevcuttu. Salonun doğu tarafında yan yana iki oda vardı. 70li yıllar civarında bir türlü bitirilemeyen bir ev yaptırmışlardı şu anki sokağın geçtiği kısma. Ev betonarme ve tuğladan yapılacaktı ama nedendir bilinmez bu ev bitirilemeden yıkılıp gitti ve yerinden de şu anki sokak geçmiş oldu.
Bedriye Çavdarların arsasının bir doğu tarafında biz kirazların arsası ve kerpiçten evi yer alırdı. Bu kısımda ilk ev bizim evmiş. Evi babam tek başına kerpiç keserek yapmış. Ama çatısını kapatmaya gücü yetmemiş. Ev yoldan iki yüz metre güneyde arsanın batı tarafında, ön yüzü kuzeye dönük olarak yapılmıştı. Ön tarafının doğu kesiminde üzeri çatılı bir balkonu vardı, ağaç korkuluklu. Balkonun arkasında, oturduğumuz ve biz çocukların yattığı oda, ortada salon ve batı tarafta ise annemlerin yatak odası yer alırdı. Tuvalet ve banyo yoktu. Tuvalet evin arka tarafında, bahçenin güney-batkı köşesinde yer alırdı.
Asfalt ile şu anki ara sokağın geçtiği yere kadar olan bölüm çalılarla avlu yapılarak kapatılmıştı. Evin ön tarafında yer alan kısımda meyve ağaçları yer alırdı. Biz çocukken ağaçlar çok küçüktüler. Doğu tarafında ev hizasına kadar incir ağaçları, asfalt tarafında geç erik ve mürdüm erik ağaçları, kuzey-batı köşesine yakın yerde demet halinde vişne ağaçları, orta yerde ayva ve mürdüm eriği ağaçları, doğu tarafında ev hizasına kadar ise, geç erik ağaçları vardı. Evin hemen balkonun karşısında bir erik ağacı ve doğu köşesinde ise armut ağacı vardı. bahçeye giriş ev hizasında ama arsanın doğu tarafındaydı. Ağaçtan bir bahçe kapımız vardı. Bir ara yolla eve ulaşılırdı. Yolun sağ ve solunda papatyalar, kasımpatları ve güller dikiliydi. Bahar geldimi, annem çiçeklerin bakımlarını yapar, güller budanır ve dipleri kazılarak gübrelenirdi. Ardından sıra sıra açmaya başlarlardı. Yolun her iki tarafına dikilmiş sırıklara arasına geril balya telleri ile çevriliydi.
Ekmek fırınımız bahçe yolunun bitiminde, kuzey tarafta yer alırdı. Üzerine yağmurlardan korunması için bir tür çatı yapılmıştı. Ekmekler haftalık olarak pişirilirdi. Fırın kerpiçten yapılmıştı ve üstü yumurta biçimiydi. Tavuk kümesimiz ise evin kuzey-batı köşesinde yer alırdı. Kümesin ön tarafında tavukların havalanması için kümes teli ile çevrili havalandırma kısmı vardı. Asfalt tarafında yoldan on onbeş metre güneyde, bahçenin üst tarafında bir telefon direği vardı, zamanla bu direk kaldırıldı. Doğu tarafında da demirden, üzerinde merdiven haline getirilmiş basmakları olan bir telefon direği vardı. Hat iptal edilmişti ama direk sökülmemişti. Bu direğe çok tırmanmışımdır onca uyarıya rağmen. En ucuna kadar çıkarak cesaret denemesi yapardım, annem görünce de, akşam babama durumu aktarır ve ben dayağı yerdim. Tenbihler edilirdi, sözler alınırdı bir daha yapmayacağıma dair ama fark edilmeyeceğime emin olduğum ilk fırsatta yine cesaret denemesi yapardım.
Evin arkasında bir indirmemiz vardı. Burada eve sığmayan ama vazgeçilemeyen çeşitli alet edevat depolanırdı. Bu indirmenin doğu tarafında kurban zamanlarına yakın alınan kuzuların beslendiği bir kulübe yapılmıştı. Uzun süre kurbanlık koçlarımızı kuzu iken alır biz beslerdik, kesim zamanı gelince de, kesilmemeleri için ağlardık. Kabullenemezdik kesilmelerini. Kurban Bayramına kadar beslediğimiz koçlarımız, bir köpeğimiz ve kedimiz vardı. Kedi ve köpeğimiz hiç eksik olmazdı. Adeta arkadaşlarımızdı. Kedimiz evde yaşardı ama dışarı çıkmada da özgürdü. Hiç büyük baş hayvan beslemedik.
Evin doğu ve güney tarafında yer alan ve bir tür ters L harfi şeklindeki bahçemizde de meyve ağaçları vardı. bahar geldiği zaman, yağmurlardan hemen sonra, toprak yumuşaklığını kaybetmeden bellenmeye başlanırdı. Büyümeye başladığımızda bize de bölüm bölüm kısımlar ayrılırdı bellememiz için. İki tür bel kullanılırdı. Birisi çatal dediğimiz iki sivri uçlu olanı, diğeri ise çukur kazmada kullanılan küreklere benzeyen tür. Yazın beslenmemizde kullanılacak tüm sebzeler ters L şeklinde olan kesime ekilir ve dikilirdi. Sebzelerin tohumları anne-babamın ocak dediği küçük bölümlere dikilir ve tohumların filizlenmesi için bol bol sulanırdı. Fide olmaya başlandıklarında da dikilecekleri yerin önce tezekleri kırılır, toprak dikime uygun hale getirilir ve ardından açılan kanalların yüksek taraflarına dikilirdi. İlk günler dipleri sürekli sulanır, canlandıklarında da aralara açılan kanallara bol su dökülürdü. Ardından bahar yağmurları beklenirdi. Ne yağmur yağardı çocukluğumda Nisan-Mayıs aylarında.
Yaz ve kış için dikilen sebzeleri hatırlıyordum da, ne çok şey ekermişiz. Bakla, bezelye, taze fasulye, domates, biber, dolma biber, hıyar, balkabağı, kızarmalık kabak, patlıcan, nohut, barbunya fasulyesi. Fasulye ve nohut kurutulur ve kışa saklanırdı. Domateslerin fazlasından kışlık salça ve tarhana ve erişte hazırlanırdı. Hazırlanan bulgur ve erişteler bahçede çarşafların üzerinde kurutulurdu. nane ve maydanoz tarhları hiç eksik olmazdı. Sürekli olan nane tarhıydı. En fazla pırasa, sarımsak ve soğan ekilirdi. sarımsaklar demetler haline getirilip balkonun bir köşesine asılır ve kurumaya bırakılırdı. Soğanlarsa en son sökülen ve kurutulan sebzeydi. Kışın yenilecek olan ve ancak irileşen her tür turp ise sofralarımızın değişmeyen katığıydı. Tereyi ta çocukluğumdan bilirim, çok severdik. Tarhın başına geçer, ellerimizde büyük parça ekmekler, maydanoz ve tere yerdik. Sonraları ama çok sonraları öğrendim roka denilen ve tere tadındaki sebzeyi. Bizim bildiğimiz tereydi. Evimizin doğu tarafında bahçeye giden, kenarı telle çevrili bir yol vardı. Bu yolun ucunda iki adet varil vardı. İçleri su dolu. Bunları hiç boş bırakmazdık. Yağmurlarda ilkin bu variller doldurulurdu. Yağmur yoksa Halil Ağa’ nın bahçesinde yer alan kuyudan taşınırdı sular. Halil Ağa, Mustafa Ortaçların arsasının doğu tarafında yer alan bir bölümü asfalttan itibaren ayırmış, buraya meyve ağaçları dikmiş ve buraya da bir kuyu açmış. İçecek suyu ve diğer tür tüm su gereksinimimizi bu kuyudan karşılardık. Bizim kuyumuz yoktu.
Evin arkasında yer alan bahçemizin güney sınırı boydan boya incir ağaçları ile çevriliydi. İncir ağaçlarından sonra gelen bölümü yıllarca değişmeden hep sarımsak, soğan ve pırasa ekilmişti. Bu bahçede ilkin şeftali ağaçlarımız vardı zamanla kuruduklarında yerlerine, incir, ayva ve dut ağaçları dikilmişti. Bizde erik ve ayva ağacı fazlası ile vardı ama kiraz ağacımız neredeyse hiç yoktu. İncir ağaçlarımızda siyah meyve veren türdendi. Evin etrafında ise her çeşit armut ağacı vardı. Kışlık armut, yazın yenilen sarı armut, ve yaz sonu olgunlaşan kahve renkli armut. Ama ekmek ayvası, kızılcık ve kiraz ağaçlarının olmaması bu meyvelere olan istek ve özlemimizi doruk noktasına çıkartırdı. Nedense çocukların pek sevdiği ve meyvelerin olgunlaşma öncesine rastlayan meyve yeme isteği bizde de mevcuttu. Nerede olgunlaşmaya başlayan bir meyve ağacının dalına uzanmış yada etrafında çocukları görsem, “hıımm değişmez kural” derim. Ama meyvelerin yanına yaklaşmamız engellenirdi, koparmamız yasaklanırdı. Yine de gizliden gizliye koparır yerdik. Meyveler olgunlaşmadan yememize izin verilmezdi.
Şu anki ara sokak altı bir bölüme kadar meyvelik daha aşağı taraflar, güneyde arsa sınırına değin boş sayılırdı. Hatırladığım kadarı ile ilk zamanlar burası çoğunlukla mısır ekimi için kullanılırdı. Arsanın etrafına süpürge ekilir ve bazı kısımlarına ise bostan ekilirdi. Karpuz ve kavun. Arsada endires dediğimiz ağaç kütükleri yer alırdı. babam her yıl bunları kiraz ağacı olarak aşılardı ama bir türlü tutturamazdı, sonraları ise bu aşılama işinden vazgeçti. Mısır ekme işinden vazgeçildikten sonra burası çayır için bırakılmaya başlandı ve Derince’ de oturan ve büyük baş hayvan besleyen ailelere satılırdı. Otları biçmek için ise, biçim zamanına rastlayan zamanlarda tırpancılar gelirdi. Buğday yada ot biçerlerdi. Bir tür göçmen işçiydiler. Biçim işi bitince de ortalıktan kaybolur giderlerdi. Nerde kalırlar, ne yaparlardı pek hatırlamıyorum. Biçilen otları balyalamak içinse, demir mekanizmaları, kol kuvveti ile çalışan bir balyalama aleti gezmeye başlardı biçilmiş ot tarlalarında. Zaman ilerledikçe uygulanan yöntemler değişmeye başladı. Buğday ve arpaları biçmek için biçer-döverler dolaşmaya başladı. Ekilecek tarlalarda traktörler görünmeye başladı. Kullanımı ne kolaydı traktörlerin. İlk araç kullanma deneyimimi traktör kullanmayı öğrenerek elde etmiştim. Hasat zamanları ise harman makineleri dolaşmaya başlamıştı. Biz çocukların gözünde ne inanılmaz mekanizmalardı bu tarım aletleri.
Bizlerin gözlerinde inanılmaz makinelerdi ama, okuma merakım arttıkça yıllar içersinde öğrenecektim ki, 60lı yıllarda bizlerin, Türkiye’ nin Batı tarafında yaşayan insanların tarım aletleriyle yeni yeni tanıştığı yıllarda, ABD ve Avrupa ülkelerinde radyo, TV, buzdolapları ve binek arabaları günlük kullanıma girmişlerdi. Batı özellikle ABD, 1900lü yıllarda şehir planlamasını ve şehirciliği, şehirlerin her türlü altyapısını tamamlamış, metrolarını ve demir yollarını tamamlamışlar. Batı, geçirdiği iki büyük savaştan sonra, 40lardan itibaren hızla toparlanmış ve on sene içersinde sanayi ve teknolojide inanılmaz noktalara ulaşmıştı. Ardından karayollarını bitirmişler ve 60lardan itibaren de Türkiye diğer geri kalmış ülkelerden işçi almaya başlamışlar. Türkiye ise İstanbul-Ankara karayolunu ise ancak 60lı yıllarda yapabilmiş. Okumak, sürekli okumak ve Derince Limanı bende ne ufuklar ne beklentiler açmıştı.
Bizim arsanın en güney ucundan sonra, açma denilen bir kısım vardı. İki dönüm kadar. Açma denilen bir tür kısım tüm kardeşlerin arsalarının ve Halil Ağa’ nın arsasının güney ucunda vardı. Buraları ekilir yada ota bırakılırdı. Otlar büyüdükten sonra biçilirdi. Ama bir hata yapılmıştı, tapuları üzerlerine kaydettirilmemişti. Sonraki yıllarda bu kısımlar, Belediye tarafından zorla bizimkilerin ellerinden alınacak, bir kısmı üzerine lise, ilkokul, cami inşa edilecek ve diğer kısımların üzerine ise maliye lojmanları yapılacaktı. Maliye memurları da bedavadan rant elde etmiş olacakları. Neyse bu konular daha sonra değinebileceğim konular.
Bizim arsanın bir doğu tarafında ise Mustafa Ortaçların arsası yer alırdı. Mustafalar burasını ekip biçmezlerdi. Burası genelde Tarla’ da yaşayanların oyun alanı sayılırdı. Arsa ortalarına doğru çukurlaşır, bu kısımda sonbahar ve kışın su toplanırdı. Suyun etrafında yıllar içersinde sazlar büyümüştü. En güney tarafa yakın yerlerde böğürtlen dikenleri yer alırdı. En altında ise Halil Ağa’ nın açma arsası vardı. Arsanın asfalt tarafında yer alan bölümünde otlar büyür, bunlar biçilip satılırdı.
Ankara Asfaltının güney tarafında, En batıda yer alan Ahmet Ortaçların arsasından şu anda Mermercilerin bulunduğu yerin doğu tarafına kadar ve güneyde şu anda park, cami, lise sahası ve lise binası ile ilkokulun bulunduğu alana kadar olan bölge Halil Ağalara, devlet tarafından göçmenlik hakkı olarak verilmiş. Romanya’ da doğan tüm çocukları için yedişer dönümlük alan tahsis edilmiş. Çocuklara tahsis edilen arsalar genel arsanın batı köşesinden başlatılarak, asfalttan itibaren dik dörtgen şeklinde güneye doğru uzanmaktaymış. Bu onların devletçe sağlanmış, üzerlerine kayıtlı yerleriymiş. Aileye ise geri kalan arsa, Derince’ de Eski Mezarlık altında, evlerinin bulunduğu arsa, sonradan Kuran Kursu’ na bağışlanan arsa ile aşağıda Kaynak kenarında yer alan arsa tahsis edilmiş.
Halil Ağa, Mustafa Ortaçların arsasının bir doğu tarafında, dört-beş dönümlük bir alanı meyvelik olarak ayırmış, buraya meyve ağaçları dikmiş ve etrafını çitle çevirmişti. Bahçenin orta yerinde de bir su kuyusu açmışlardı. Bahçenin asfalt tarafında yıllarca kalacak olan bir taş yığını vardı. Kuyu ile asfalt arası yerde yazın sebze ekilip dikilirdi. Kuyunun güney tarafına ise brikettten bir ev yaptırılmış ve kiraya verilmişti. Halil Ağa’ nın en küçük oğlu Sabri, Tarla’ ya hayvanları otlatmaya gelirdi, o zamanlar delikanlılık çağlarında olmalı. Yemeklerini bizde yer ve akşamları Derince’ ye evlerine dönerdi. Annemin onu üzerinde çok hakkı vardır. Yetişme sinde ve bakımında çok emeği geçmiştir. Türkiye’ de doğduğu için adına devletçe bir arsa tahsis edilmemiş ama sonradan kardeşler anlaşmışlar aralarında ve ona Halil Ağa’ nın arsasından bir yer verilmesine rıza göstermişler. İşte bu arsa, şu anda 60 Evlere giden yolun ve asfaltın hemen kenarında olan ve üzerinde üç katlı bina bulunan arsadır.
Sonraki yıllarda annem çok hayıflanacaktır, yaptığı bu iyilik için. Annemin hep hayıflandığı ve üzüldüğü şey hey aynıydı, karşılıksız ve beklentisiz ilgilenmiş ve bakmış kardeşlerine. Çok emeği geçmiş kardeşleri üzerinde, özellikle Sabri, Bedriye ve Mustafa’ nın üzerinde. Ama yıllar içersinde hep aşağılanma, kötüleme ve horlanma görmüş, beklediği sevgi yada maddi şeyler değilmiş ama tersine ve inadına yapılanları da hiç içine sindirememiş. Bizlerde sindiremezdik ama bir şeyde gelmezdi elimizden, hep sonraki yıllara bırakırdık hesaplaşmaları çocuk akıllarımızla. Oysa hesaplaşılacak bir şey olmayacaktı, tersine yine Mustafa Ortaç’ ın öncülüğünde ve inandırıcılığında Hali Ağa ve Huriş Hala’ nın ölümlerinin ardından kardeşler hep aralarında anlaşacaklar ve mirastan bir şekilde annemi hariç bırakacaklardı. Yine bir şey yapılamayacak, haksızlığa karşı durmaya çalışan ve direnen rahmetli babamın kafası yarılacak, itelenip tartaklanacaktı. Karakolluk olunan olaylar Mustafa’ nın karakolda görevlileri ve mahkemeyi yetkililerini bir şekilde ikna ederek hep sıyrılacaktı bu tür yanlış ve haksızlıklarından. Paylaşılmaya çalışılan arsaların büyüklüğü, o zamanların Belediye Başkanı olan Erol Köse’ nin gözüne fazla gelecek, tapu kayıtları hep ötelenen açma arsalar Belediye tarafında zorla ellerinden alınacaktı. Anne-babam inamış ve güvenmişlerdi kardeşleri Mustafa’ ya. Ona noterden her türlü kullanım için, süresiz vekaletname vermişlerdi. Bu vekaletle halledecekti her şeyi Mustafa. Yıllar sonra iptal ettirmiştim babama bu vekaletnameyi ama iş işten geçmiş, arsalar annem dışarıda tutarak, torunlara varıncaya değin pay edilmişti aralarında. Annem kardeşlerinin yaptığı bu olayı hiç affetmemişti, ve affedeceğini de hiç zannetmiyorum. Ömrü ailesine, kardeşlerine hizmetle geçmiş, hiç okutulmamış. Evlilik öncesi ve sonrası hep yoksullukla geçmiş yılları, zorluklar ve hep yarınlarda aranılan ümitler. Allah’a ve öbür dünya hesaplaşmalarına bırakılan çaresizlikler ve haksızlıklar. Peş peşe gelen hastalık krizleri sonrası, hasta yatağında yatan ve etrafında sadece çocukları olan annem, hep hayıflanırmış ablama ve Hanife’ ye, hem anne-babası, kardeşleri hem de kayınpederi ve kocasının kardeşleri üzerinde bunca emeği ve iyiliği geçmiş olan ben, tüm bu sıkıntılara ve cefalara layikmıydım, neden benim başıma geldi bunca vefasızlık ve ihanetler diye. Hem gençliğimde hem de yaşlılığımda sıkıntı çekiyorum, hastalıklarla uğraşıyorum ama tüm bunlara karşın hep kötülük ve haksızlık yapanlar dimdik ayakta bunu kabul edemiyor ve kabullenemiyorum diyor. Anneme ve kardeşlerime ne kadar çok, yaşamın bazılarına, kabul etmesek te sert ve haşin davrandığını ve bunun gerekçesini açıklamanın ve bulmanın mümkün olamayacağını söylesem de pek dikkate alınmıyordum.
Halil Ağa’ nın arsası, meyvelik kısımdan itibaren doğu köşesine kadar, asfalt tarafı dikenli tellerle çevriliydi. Bu kesim şu anki Cami önünden geçen yola kadar boştu ve Halil Ağa burayı hastalanıncaya kadar hep ekmişti. Ekilen hep buğday olurdu. Cami önündeki yoldan itibaren olan açma kısım ise meyve ağaçları ile kaplıydı. Bu kısmın kuzey ve doğu sınırlarına incir ağaçları, orta kısımlara, erik, kiraz ve dut ağaçları dikiliydi. Bu ağaçlar bahçemizdeki meyve ağaçlarından sanırım daha önce dikilmişti. Çünkü belli yıllara kadar buradaki meyvelerden biz yararlanmıştık. Baharda meyveler olgunlaşmaya başladığında sırasıyla hepsinin ilk tadına bakan ben olurdum, Okul dönüşü önlüğü ve çantayı eve attım mı, soluğu tarla’ nın en güney ucunda alır, hızla hangi ağaçta meyve varsa ona tırmanırdım. 60 Evler yolunun asfalttan sonraki, doğu tarafta yer alan ilk sokağın hizasında, arsa sınırında kuzeyden-güneye oldukça yüksek, içlerinde oldukça büyük ağaçlar bulunan dikenlikler yer alırdı. Şu anki Çavdarların lastik dükkanının ve mermercilerin arka tarafında doğal bir çukurluk bulunurdu ve burası yağmurlarla su dolardı. Yıllar içersinde göletin etrafında sazlar yükselmişti. Asfalt tarafında tam sınırda bir akasya ağacı vardı, ana tırmanırdım. Sözünü ettiğim ara sokağın bulunduğu kesime denk gelen yerde vaktiyle Topçu Birliği varmış, sonra şu anki Asker Hastanesi’ nin bulunduğu alana taşınmış. Halil Ağa buraları ekmeyi bıraktıktan sonra buralar doğal çayırlık haline dönüşmüştü. Ancak büyüyen otların biçilme ve sahiplenme olayına hep Ahmet Ortaç el koyardı. Otları biçtirir, balyalatır yada ot yığınları halinde toplatır ve sonra satardı. Parasını da cebe indirirdi. Sonraları bu sahiplenme işi, annem hep dışarıda tutulmak üzere diğer kardeşler arasında dönüşüme sokulmaya başladı. Anne-babam bunun kabul edilmez ve haksız olduğunu aile içinde seslendirirler ama Ahmet Ortaç’ ın ve kardeşlerinin dayatmalarına bir şey yapamazlardı ve konu ilahi adalete havale edilirdi. Derken belki de ilahi adalet bir iki kez dünyada tecelli etmişti. Üst üste yada aralıklı olarak yığınlar haline getirilen otlar alev alev yanmıştı ancak sonucu pek değiştirmemiş uygulama hep devam etmişti.
Park, cami ve lise arsalarının bulunduğu şu anki bu geniş arsa meyvelikti demiştim. Parkın bulunduğu köşeden dere benzeri bir çukurluk kuzey-batı yönünden güney-doğu yönüne doğru giderdi. Bu çukurluğu, Ankara Asfaltı’ ndan Sopalı’ ya dönüş kavşağının hizasından başlayıp demiryoluna doğru uzanan at-arabası yolu keserdi. Doğal çukurluk güney uçta ekilebilir bir arsa ile sonlanırdı. Çaprazlama geçen yolun doğu tarafı, tahminen iki üç dönüm ölçüsünde, dikdörtgen şeklinde çalılık ve fundalıktı, daha doğu tarafı ise aşağıda vadiye kadar ekilip biçilmeyen dikenlik bir arsaydı. Ekilebilir arsa ile bu çalılık ve fundalık alan Derince’ nin sonradan çöp-döküm alanı haline döndürülmüştü. Çöpler atın her iki tarafına bir düzenekle bağlanmış variller içersinde yada tek atın çektiği, kare şeklinde, üzerleri ve arkası açılır-kapanır kapaklı tahta araba ile taşınırdı. Şu anki cami yeri de çalılık ve fundalıktı ve buraya da çöp dökülürdü. Cami yerinin bulunduğu kesimin güney tarafı ekilir bir arsaydı ve çoğunlukla buğday ekilirdi. Buğday tarlası ile daha güneyde ta eski demiryolu vadisine kadar olan bölümde büyük bir üzüm bağı vardı. Buğday tarlası ile bu üzüm bağı arasında Macir Mahallesinden gelen ve macırların daha doğuda yer alan diğer bağ ve arsalarına giden bir patika yol geçerdi. Üzüm bağının batısında vaktiyle ekilip biçilmiş ama sonraları terk edilmiş boş bir arsa vardı ve bu arsa bizim ve Halil Ağa’ nın arsasına kadar uzanırdı. Bu kesim, hemen batı tarafında kuzeyden-güneye uzanan dere benzeri bir çukurlukla kesilirdi. Çukurluğun doğu kesiti daha yüksekte batı kesimi belli bir eğimle daha aşağıda kalırdı. Bu çukurluk bizim arsanın arkasından başlardı. Zamanla çöpler bu çukurluğa dökülmeye başlamış ve zaman geçtikçe çöplerle kapanmaya başladı ve ortadan kayboldu. Derince ve 44 Evlerden gelen ve denize gitmek isteyenler buradan çaprazlama geçen at-arabası yolunu kullanırlardı. Yolun demiryoluna birleştiği nokta ilkokulun üzerinde bulunduğu dere vadisi ile burada birleşir ve demiryolunun altında yer alan köprüde sonlanırdı. Tam bu kesimde demiryolunun ışık direkleri yer alırdı. Kavşağın doğu tarafı efsanelerdekine benzeyen bir manzara sunardı. Demiryolunu geçirmek için tepe yarılmış ve içersinden demiryolu geçmekteydi. Demiryolu adeta doğal bir kanyondan geçiyor gibiydi. Her iki tarafı çıkılması olanaksız diklikte, üzerleri baharda renk renk çiçek açan bitkiler, atkuyruğu bitkileri, yabani incir ağaçları ve diğer doğal çalı ve fundalıkla kaplıydı. Kavşağı batı tarafı ise düzleşen arazide macırların bağlıklarının güney tarafında geçip gidiyordu.
Halil Ağa’ nın arsasının doğu tarafı daha doğuda yer alan doğal vadiye değin boş arsaydı. Albay’ ın arsası derdik. Bu geniş alanın bir kısmından bir albay arsa almıştı ve isimlendirme böyle kalmıştı. Bu alanın doğal yapısı şöyleydi. Şu anki park ve caminin yer aldığı nokta bu bölgenin tepe noktasını olşturur, doğal vadinin yer aldığı kesimden başlayan yükselen bir eğimle parkın bulunduğu noktaya doğru uzanırdı. Şu anki Uzel Makina binasının batı tarafında güneye doğru asfalt ile dik açı oluşturan bir at-arabası yolu inerdi. Bu at-arabası yolunun doğusunda ve asfalttan tatlı bir eğimle başlayan çukurluk daha güneyde gittikçe da derinleşir ve burada yer alan bağlıklar arasından aşağıya inerdi. Bağlıklara kadar olan kesim buğday ekim alanları ve bir önceki zamanların çöp-döküm alanıydı. Uzal Makina binasının hemen batı tarafı yüksek bir tepelikti, aşağıya doğru eğim batıya ve güneye doru ilerlerdi. Bu tepeye uzun yıllar burada kalacak olan PIRELLI reklam levhası dikilmişti. Uzel Makina’ nın güney tarafı aynı yükseklikle aşağıda bağlıklara kadar devam ederdi ama doğu taraf oldukça yüksek çalılıklarla kaplıydı. Şu anda oto tamirhanelerinin bulunduğu yerden dere akardı ve bu kesim batı yakasında yer alan tepeye paralel bir çukurlukla güneye doğru devam eder, demiryolu köprüsüne ulaşırdı. Tamirhanelerin arkasında hala yerinde duran ev burada yegane evdi. Evde benim ilkokul arkadaşım olan Abdurrahman Amca’ lar otururdu. Üç oğlu vardı, X, Ali ve Osman. Derenin aktığı kesimin batı tarafında, toprağı sarı renkli olan bir bölüm vardı ki hala bu bölüm duruyor, adete buradan sürekli toprak çekiliyormuşçasına açıkta kalırdı ve kışın yağmurlarla burası sürekli erezyona uğrardı. Belki de toprağın özelliğinden dolayı buradan toprak çıkarılıyor ve belli amaçlar için kullanılıyordu. Sarı topraklı kesimin hizasında tepe tatlı bir eğimle güneyde oluşan vadi ile birleşirdi. Güney tarafta yer alan bu eğimlerde üzüm bağları ve meyve bahçeleri yer alırdı. Şu anda sözünü ettiğim bağlıkların ortasından, Macır Mahallesinden gelip Yavuz Sultan Selim Mahallesine giden yol geçirilmiş. Yolun güney-doğu tarafında ise bir bağ hala korunmuş görünüyor. Burada yer alan bağlıkların güney-batı tarafında, demiryoluna bakan ilki doğu-batı yönünde, diğeri kuzey-güney yönünde iki üzüm bağı daha vardı. Bağlıklar arası ya ekilebilir alanlardı yada yeşillik alanlardı. Otlar yeterince büyüdüğünde biçilir ve balyalanırdı. Bağlıklar arasında macır mahallesine giden bir yol yer alırdı. Çayırlıkların ve bağlıkların güney tarafında demiryolu vardı. Demiryolu bu vadiden yükseltilmiş bir kesitin üzerinden geçerdi. Demiryolunun deniz tarafı ise deniz askeri birliğinin sahasıydı, demiryolu boyunca dikenli tellerle çevriliydi.
Çift demiryolu geçişi bu bölgenin yapısını değiştirmişti. Eski demiryolu güzergahında kanyon benzeri kesitten sonraki alanda demiryolu güneye doğru bır kıvrılma ile devam ederdi, işte bu kıvrılmayı ortadan kaldırmak ve Tütünçiftlik’ e kadar düz bir hat oluşturmak için güzergah daha güneye askeri bölge içersine kaydırılmıştı. Askeri bölge sınırları ise burada yaratılan yeni kanyonun hemen güney tarafında kalmıştı. Eski demiryolu ile yeni geçen demiryolu arasında kalan ve adeta doğal iki kanyon arasındaki yükselti haline alan kesim ortaya çıkmıştı. Bu kestin en batısı oldukça yüksekte ve belli bir eğimle doğuya doğru ilerleyerek, daha doğuda yer alan demiryolu köprüsü hizasında kuzeyden gelen vadi ile birleşerek düzleşmekteydi. Bu alanın neredeyse ortalarında kalan bölüm oldukça ağaçlıktı. Askeri bölgede ağaçlar korunmuş ama sonrasında koruma dışı kalmışlardı. Ağaçların çoğunluğu ulu kavak ve karaağaç türü ağaçlardı. Yüksekte kalan doğu ucunda askeri bölge iken muhtemelen subay lokaline benzer bir bina vardı. Çünkü binanın yer aldığı bahçe oldukça düzenli, çiçekli ve ağaçlıktı. Evin önünde, batı tarafında büyük bir çam ağacı vardı. Zaman içinde ev de yıkıldı, ağaçlar kesildi ve çiçeklerle bezeli o güzelim bahçe yitip gitti.
Halil Ağa yaşarken, askeri böle içersinde kalan bu alanda yetişen otlar sivillere satılırdı. Bir yada iki kez bu çayırlığı Halil Ağa satın almıştı. Otlar biçilmiş ve taşınmıştı. O zamanlar hayal meyal askeri bölge içersinde kalan bu alanın ne denli güzel olduğunu hatırlarım. Günümüzde de görüleceği üzere, plansız şehirleşme Derince’ de neredeyse hiç yeşil bırakmamış durumdadır. Geri kalan ağaç ve yeşillik alan sadece ya askeri bölgelerdir yada mezarlıklardır. Birde apartmana dönüşmemiş hala direnen bazı tek katlı binaların bahçelerinde yer alan ağaçlar ve yeşilliklerdir güzellik adına geri kalanlar. İnsanımızın ağaca ve yeşil alanlara olan duyarsızlığı o denli fazladır ki, ağaçlar ya kesilir, dalları filan kırılır yada bir şekilde ağaçlık ve fundalık alanlar yakılarak yok edilir. Bu tür tahribat ve çevreye olan yıkım öylesine yavaş yavaş since devam ediyordu, koskoca bir taş kütle benzeri ortada duran yerleşim yerleri, kasvetli görüntüleri ile insanların içlerini daraltıyorlar. Hafta sonları ve diğer tatil zamanlarında insanlar sıkıldıkları kiremit renkli görüntülerden uzaklaşıp kendilerini bulabildikleri ve bir şekilde korunmuş ören ve mesire yerlerine atmaktalar.
Vaktiyle bu ağaçlık kesim arasında var olan askeri cephanelikler 1940lar civarı, bir şekilde infilak etmiş. Olayın ne zaman olduğu, nasıl oluştuğu konusunu bilen pek yoktu. Sadece patlama olduğu zaman, bu gün 65 yaşlarında olan insanlarını o zamanlar küfeler içersinde Derince’ den uzaklaştırıldığı, patlamanın etkisi ile er tarafa patlamamış ve patlamış mermi, bomba vel hasılı mühimmat parçalarının yayıldığını ve sonraki yıllarda liman ve çevresinde balık tutanların yada denize dalıp midye çıkaranların patlamamış yada parçalanmış irili ufaklı bomba parçalarına rastladıklarının öykülerini dinledim. Patlama sonrası arta kalan bina ve cephanelik enkazları üzeri örtülmüş ve yıllar içersinde üzerlerinde yoğun bir ot tabakası oluşmuş. Ancak demiryolu geçişi sağlamak için kazı ve iş-makineleri tepeyi oymaya başladıklarında aktarılan topraktan patlamadan arta kalan hurdalar ortaya saçılmaya başlamış. Değeri ne zaman fark edildi, ilgi ve hücum ne zaman başladı bilmiyorum ama sivil alanda kalan iki vadi arasındaki bu tepelik, ABD’ deki altına hücum konusunu işleyen filmlerdeki gibi bir hurdaya hücum akına uğramaya başlamıştı. İlk zamanlar en gözde olan patlamış halde olan, sarı bomba parçalarıydı. Her tür boyda bomba parçası, sonraları patlamış bombaların kıçlarında yer alan bakır şeritler ve en son demir bomba parçalarıydı. hararetli bir humma ile toprak kazılır, bulunanlar yedekte bekleyen torba yada çuvallara doldurulur ve eski demiryolunun kuzey kenarında yer alan tepelikte bekleşen hurdacılara hemen devredilirdi. Ödeme anında ve nakitti. Günün karanlığında kazma sesleri duyulmaya başlar, olaydan pay almaya gelenlerin sayısı gün ışıkları ile artar ve sisler arasında gelen askerlerin baskınları ile kesintiye uğrardı arama çalışmaları. İlk zamanlar arta kalan olası patlamamış bomba riski nedeni ile bölgede cephane hurdalarını bulmak için yapılan kazılar yasaklanmıştı herhalde, çünkü sık sık askerler bölgeye gelir ve çapalayanlardan yakalayabildiklerine sille tokat girer, ellerinden çapa ve torbalarının alırlardı. Yakalanmayanlar yada hızlı koşanlar kaçar yada ne bileyim bu tür baskınları önceden hissedebilenlere bir şey olmazdı. Baskınlar bitince olaya kalınan yerden tekrar başlanır ve arama çalışmaları sürüp giderdi. Sonraları askerlerin baskınları iyice azaldı ve tamamen bırakıldı. Paranın tatlı öyküsü bölgenin en uzak köşelerine kadar duyulmuş, bölgeye şansını deneme için gelen insan sayısı artmıştı. Görüntü çoğunlukla imece usulü pancar tarlasında pancar çapalayan insan gruplarına benzerdi. Alan kesif bir böğürtlen, orman gülü, küçük fundalık ve oldukça büyük ağaçlarla kaplıydı. Bir yerde fazla hurda bulunduğunda oraya olan hücum artar, ilkin orası iyice tüketilinceye kadar kazılırdı. Kazılma alanı genişledikçe, geriye ne böğürtlen dikenleri nede fundalık kalıyordu. Bir kez kazılan yer tekrar tekrar o denli fazla kazılmaktaydı adeta toprak ufalanıp kuma benzer hale dönüşmüştü.
Kazılmış toprak üzerinde ufak tefek diye önemsenmeyip bırakılmış bakır ve sarı arayanlar, tekmeleri ve ayakları ile kazılmış toprağı eşeleyenler, çimenleri kazarak patlamada etrafa saçılmış ve toprağa saplanmış bakırdan ve sarıdan bomba parçalarını arayanlar, toplanan bakır ve sarı hurdaları satın almak için bekleyen hurdacılar. Her gün benzer manzaralar tekrarlanmaktaydı bölgede. Dinlenmeler ve hurda alımları daha çok eski demiryolunun kuzey kenarında yer alan tepelik halindeki çayırlıkta olurdu. Burası ölü hayvan etrafında bekleşen akbabaların konuşlandığı alana benzerdi. İnsanlar salkım saçak kümeler halinde orada burada dinlenir yada bekleşirlerdi. Kimileri yemeklerini yer, kimileri hurdalarını satar, parasını sayar, kazancını kaç kişiyseler paylaşırlar ve maceraya tekrar atılırlardı. Hurdaya hücumun öyküsü aslında hiç te kısa anlatılacak bir ola değil. Bu maceraya atılmamış, burada çapa sallamamış ve para yememiş kimse yok gibiydi bizim bölgede. Bizim bölge dediğimde çoğunlukla Ankara Asfaltı alt kesimi ve buraya yakın olan mahallelerdir.
Pirireis İlkokulu’ nun bulunduğu kesimin tam karşısında, Ankara Asfaltı’ nın güney tarafında, Macır Mahallesi’ e giden bir yol vardır. Vaktiyle yolun başladığı ve ilkokul arkadaşım Osmanların oturduğu evin önünden itibaren oluşan bu kesimdeki yükseklik tam bu yolun kıvrım yerinde tepenin sırtını oluştururdu. Doğu tarafındaki eğim Çenedere kıyısına kadar uzanan meyve bahçesinin batı tarafında biterdi. Asfalt tarafı patika haline dönüşmüş, tırmanılması oldukça zor patika yol şeklindeydi. Zamanla buraya merdiven yapılmış ve çıkış kolaylaştırılmıştı. Ama merdiveni yapan belediye filan değildi, sanırım buraya yakın oturan hayırsever kişilerdi. Bu tepeliğin üzerinden yola parelel olarak geçmek olanaksız gibiydi, çünkü üzeri ufak akasya ağaçları, böğürtlen dikenleri ve birbirlerine sarmal olmuş diğer çalılıklarla kaplıydı. Buradan Macır Mahallesine giden yol bir atarabasının geçebileceği genişlikteydi. Yolun sağ tarafında ta Macır Mahellesi’ nin ilk konutlarına varıncaya değin sadece iki yada üç konut vardı bağlıklar içersinde. Yol yumuşak bir eğimle ve kuzey-batıdan tepeye doğru güney-doğu yönünde uzanırdı. Neredeyse tepeye değin yolun sağı ve solu içlerinde çoğunluğu kiraz olmak üzere çeşitli meyve ağaçları dikili üzüm bağlarından ibaretti. Yolu sağ tarafında yani batı kesiminde, ortalarına yakın bir yerde Ayhanların evi vardı. Yolun batı kesiminde mahalleye varmadan önce bağlıklar biterdi ve bu arada boş bir arazi uzanırdı.
Ankara Asfaltı ile Çenedere arasında kalan kesimde kabaca bir üçgeni oluşturan alan ilk zamanlar meyve bahçesiydi, zamanla ağaçlar tek tek yitip gittiler. Uzun yıllar sahipsiz gibi boş duran bu alan en sonunda Belediye çalışanlarının konutları ile doldu. Nasıl bir dönüşüm değil mi, normal koşullarda kamu alanı olan burasının doğal olarak park, yeşil alan ve benzeri yere dönüştürülmesi gerekirken ferdi mülkiyete dönüşmüş oldu. Her şeyin bir şekilde açıklandığı ve gerekçesinin kolayca üretilebildiği gibi, bu kamu alanının da nasıl bireyselleştirildiğine dair mutlaka bildik açıklamalar ve gerekçeler vardır. Macır Mahallesi tepesi batıdan, Ankara Asfaltı’ ndan başlayarak, güneyde demiryolu yamacında yüksekliğinin zirvesine ulaşan bir tepe şeklindedir. Güney tarafında boylu boyunca demiryolu geçmektedir ve demiryolunun güney tarafında da ta Yanıklı mevkiine değin Deniz Birliği yer almaktadır. Doğu tarafında ise sınırını Çenedere çizmektedir. Batı tarafı ise kuzeyden gelen derenin düzleştiği vadi ile sonlanmaktadır. tepenin geniş yüzeyini doğu tarafı oluşturmakta ve konutların çoğunluğu bu kesimde yer almaktaydı ve halende aynı şeklini korumaktadır. Macır Mahallesi özelliğini neredeyse hiç kaybetmemiş, göç almamış ve neredeyse eskilerdeki görüntüsü ile aynı olan yegane mahalledir. Ankara Asfaltı’ ndan gelen yol güneyde, en uçta hala yerinde duran su deposunun önünden diklemesine, biraz kıvrılarak dosdoğru doğuya doğru inmektedir. Çenedere üzerinde yer alan dere üzerinden Eski Limanyolu’ na birleşmektedir. Eski yerleşim Su Deposu’ nun ve Ankara Asfaltı’ ndan gelen yolun doğu taraflarında, demiryolu ile Limanyoluna giden yolun arasında kalan kesitte az ama Limanyolu’ na giden yolun kuzey tarafında ise daha fazlaydı ve durum hala aynıdır. Geniz yerleşim alanını kuzeyden-güneye kesen üç ana sokak mevcuttu, Batıdan doğuya kesen sokak ise galiba iki taneydi. Çenedere tarafında dere ile mahalle arasında kalan bir düzlük alan vardı. Bu alan şu anki mahalle Camiinin önünden ta Hasan Saraçların evine kadar devam etmektedir. Hasan saraçların evinin kuzey tarafında yer alan geniş beton merdivenlik sokak mahalleyi batıdan-doğuya bölen ikinci yoldur ve limanyoluna birleşen bir sokağa bağlanmaktadır. Şimdilerde bu boş alan parka dönüştürülmüş, ağaçlık ve yeşillik halindedir. Mahalle camii buraya çok sonraları inşa edilmişti ve imamı da Şaban Hoca idi. Şaban Hoca’ dan Kur’an okuma dersi almayan yoktur, bende buna dahilim. Sonraları hocanın evi cami ile dere arasında kalan köşeye yapılmıştı.
Macır Mahalle’ sinin ilk yerleşimcilerini sıralamak gerekirse, mahalleyi iyi tanıyan ve bana isimler konusunda yardımcı olacak insanlarla sohbetler yapmam gerekmektedir. Mahallede oturanları ve çocuklarını isim isim biliyordum ama hatırlamak o denli zorki şimdi. Yapılacak bir muhabbetle belli anılar canlanacak, isimler hatırlanacak ve soyadlar arkasından gelecektir. Tutacağım notlar ve kaydedeceğim ayrıntılar mahalleye ilişkin diğer bilgilerinde gün yüzüne çıkmasını sağlayacaktır. Çocukluğumun geniş bir kesiti bu mahallede yarenlerle çeşitli oyunlar oynayarak geçmiştir. Aslınde ben Derince’ nin neredeyse her köşesinde ve mahallesinde belli sürelerimi geçirmişimdir. Macır Mahallesi’ nde oturanlarda Pirireis İlkokulu’ nda okuyorlardı, burada da sınıf arkadaşlarımdan olan çocuklar vardı. Gerçi bir kısmı şu anda istasyonun arkasında bulunan Turgut Reis İlkokulu’ nda okuyordu ama, evleri Pirireis İlkokulu’ na yakın olanlarda bizim okuldaydılar. Hasan Saraçlar, Osmanlar, Sıçan lakaplı Metin, Ayhanlar ve diğerleri.
Bu kesim hakkındaki bilgilerimi, hala Eski Limanyolu’ na yakın, cephesi D-100 karayoluna dönük, iki katlı evde oturmakta olan Şevket Çelik, eşi ve çocukları ile yaptığım söyleşi ile güçlendirdim. Bana konukseverlik gösterip izzet ve ikramda bulundular. Vakit ayırıp sorularıma cevap verdiler ve belleğimde kalan bilgilerin netleşmesini sağladılar.
Çenedere’ den itibaren Eski Limanyoluna doğru ilerlerken ilk göze çarpan dere kıyısıydı. Fundalıklar, öbek öbek böğürtlen dikenleri, köprünün her iki tarafında büyümüş yabani incir ağaçları ve gölgelerinde, şırıl şırıl akan derenin kaybolduğu yemyeşil çınar ağaçları. Ankara Asfaltı kenarından dereye kolay ulaşım sağlamak için derenin yanları asfalt seviyesi ile adeta tesfiye edilerek sıfırlanmıştı. Böylece dereden kolayca kum çekilebiliyordu. Derenin bu tarafında güneye doğru ilerlemek adete olanaksızdı, zaten bu kesitte pek balık tutma macerasına girişmezdik, balıktutma çabalarımızı daha çok köprünün kuzey tarafında yer alan bölümlere de sürdürürdük. Derenin iki tarafının seviyesi akış seviyesinden oldukça yüksekte kalırdı. Kışın neredeyse kendi akağını tamamı ile dolduran dere yazları ya çok azalır yada tamamen kururdu.
Derenin hemen doğu kenarında kuzeyden-güneye yer alan ve etrafı dikenli tellerle çevrili arazi hala boş duruyor. Burası Şevket Çelik’ in babasına aitmiş. Sonraları, galiba 90lı yıllarda, arsanın bir kısmını daire karşılığı bir yap-satçıya vermişler. Bunun hemen doğusunda yere alan arsada ise bazı meyve ağaçları vardı. Bu iki arsa arasında yer alan bir patika yol ile aşağıda, güneyde yer alan mahalleye yada limana gidilirdi, bu yolu daha çok limanda çalışanlar kullanmaktaydı. Daha doğuda yer alan Çini imalathanesine kadar olan boş meyve bahçesi Hanis Ağa’ nın kızı Lebine ve kocası Nida Engin’ lere aitmiş. Nida-Lebine Engin çiftinin sanırım bir oğlu ile kızı vardı. Oğlunun ismi Cengiz olmalı. Şişman yapılı bir çocuktu. Yıllar sonra bura bir ev yaptırmışlardı ve sanırım aynı ev bu bölümde mevcuttur. Çini imalatı yapan Kulaksız lakaplı bir tatar amcaydı. Kulaksız İslam. Çini imalathanesinden sonra gelen bahçeli iki evi iki katlı olarak hatırlıyorum. Bu evde Limanyolu’ nun doğu tarafında, Ankara Asfaltına cepheli bölümde marangozhanesi olan Marangoz Şabanlara aitti. Ankara Asfaltı’ na paralel giden tali yol seviye olarak asfalttan daha aşağıda kalırdı ama buna pek yol da denilemezdi, çalılıklar arasında uzanan patika benzeri bir yoldu ve zaman zamanda asfaltın patika yolu ile birleşerek devam ederdi. Sonraki iki evden birisi Fatma Hanıma diğeri ise Adil Bey’ e aitmiş. Bir sonraki ev yani ara sokağa bitişik ev Çetin Aslaner’e aitmiş. Sonra arka sokağa giden bir ara sokak vardı. Sokak batıya doğru kıvrılarak biraz gider ve biterdi. Bu sokağın doğu tarafında odun deposuna sadece bir ev vardı. Bu evin yüzü asfalta dönük, önünde su kuyusu vardı. İşte bu konutu sahibi Şevket Çetin ile sohbet etme olanağı buldum. Bu kesitte yer alan konut sahipleri çoğunlukla tatardı, odun deposunun sahipleri hariç. Bu arsayı Şevket Çelikler’ in babası Ali Bey satmış Lazlara. Odun deposu yada keresteci dükkanı Mustafa Şentürk ile kardeşine aitmiş. Sonraları Mustafa Şentürk devralmış kardeşinden. Üç oğlu varmış, sadece ben Ali ve İbrahim’ i hatırlıyorum. Son yıllara değin bu odun deposu yada tomrukçu işlevini sürdürmüştü. Deponun bulunduğu alan üçgen şeklindeydi ve şu anda bu yere yapılmış olan konutunda şekli üçgene benzemektedir. Keresteciden sonra Limanyolu’ na dönüş kısmı boştu. Yıllar sonra buraya yapılan iki katlı binanın ikinci katında, kuaförlük yapacak olan aile oturmuştu. Büyük kızları ablamla sınıf arkadaşıydı. Kızkardeşi ise Kız Meslek Lisesi’ nde okumuştu.
Eski Limanyolu batı tarafında Çenedere’ ye değin uzanmakta olan kuzeyden güneyde doğru yedi ara sokakla, doğu tarafındaysa kuzeyden-güneye doğru altı ara sokakla bölünür ve Macır Mahallesi-Çarşı ana yolundan sonra batıya doğru kıvrılarak demiryolunu geçer ve ikiye ayrılırdı. Sağa doğru giden yol, Deniz Birliği sahalarına girer oradan Derince’ nin eskilerde Vapur İskelesi olarak kullandığı iskelede biterdi. Sola doğru dönen ucunun birisi dereye paralel olarak devam eder ve doğruca limanın kayık ve mavna kalafathanesine, diğeri ise daha da sola kıvrılarak Ahmet Ağa suyu önünden İşçi ve Memur Lojmanlarına ve İşçi Yemekhanesi bina ve eklentilerinin önüne kadar uzanırdı.
Eski Limanyolu’ nun ilk zamanlar ismi Subay Mahallesi imiş. Çenedere’ nin doğusu ile ta Yeni Limanyolu arasında kalan mahallenin adı Deniz Mahallesi oldu. Subay Mahallesi denmesinin sebebi Eski Limanyolu’ nda çoğunlukla subayların oturmak olmalarıymış. Deniz Mahallesi doğuda Çenedere’ den itibaren ta Çınarlıdere’ ye kadar tamamen düz bir zemin üzerinde yer almaktaydı ve hala da öyledir. Buraların yerleşim öncesi yani Demiryolu ve Ankara Asfaltı geçmeden önceki halini hep merak ederim. Kim bilir derelerin böldüğü, yemyeşil renkte, ulu ağaçlarla kaplı bir ova şeklindeydi. Daha Liman, Deniz Biriliği ve Petrol Ofisi ile arada kalan diğer ufak tefek fabrikaların olmadığı şekliyle bir hayal edin bu ovayı. Buranın güzelliği Derince’ nin en yüksek tepesi olan Eski Mezarlık tepesinden kim bilir ne inanılmaz ve mükemmel bir manzara sunardı insanın gözlerine, adeta Bahçecik, Yuvacık yada Balaban sırtlarından İzmit Ovasını seyreder gibi. Hiç buralara çıkıp İzmit Ovası’ nı seyredip resmini çektiniz mi bilmiyorum ama bu güzellik insanı büyülüyor.
Batı Taraf Kuzeyden-Güneye
Eski Limanyolu’ nun yerleşim şeklini ve durumunu hatırlamaya çalışacağım. Önce batı tarafta ta demiryoluna kadar gidecek, o zamanları hayal edip, ara sokaklara dalıp kaybolacağım. Ardından doğu yakasına bir göz atacağım. Asfalttan sonra batı yakada ilk sokak ile ikinci sokak arasında yer alan binada bir Marangozhane yer alırdı, Abdullah Olgun’ arındı sanırım dükkan ve bina. Asfalt ile birinci sokak arasında bir bina yoktu. Marangozhanenin önünde yada yanında bir kahvehane vardı. Sonraki dükkanda Terzi Kadem Yavuz varmış. İkinci ara sokağın güney tarafında Yoğurtçu Remziler’ in Yoğurt İmalathanesi olmalıydı. Bu sokağın köşesinden itibaren üçüncü sokağa kadar yanyana binalar vardı. Bu dükkanlardan bir tanesi Bahattin Amca’ nın Çayocağı imiş. İkinci sokak köşesindeki binanın altında ise o zamanlara göre oldukça büyük bir bakkal dükkanı vardı. Bu bina Adem Tüysüz’ e aitmiş. Bakkal dükkanını, çok sonraları Dumlupınar Mahallesi muhtarı Mustafa Keskin’ nin oğlu Nazmi devralıp işletmeye başlamış. Muhtarlık yazıhanesi sokak içinde ama kuzey tarafta küçük bir dükkandaydı.
Üçüncü sokağın güney köşesinde yer alan arsa boştu. Burası hale boş. Bir kısmını sokak yolu ile birleştirip araba parkı yapmışlar geri kalan kısmı ise büyük meyve ağaçları ile dolu terkedilmiş bakımsız bir bahçe görünümünde. Dördüncü sokak girişinde ise sağlı sollu evleri hatırlar gibiyim. Burada Remzi Karakaş sonraki yıllarda bir Ekmek Fırını açmıştı ve bu fırın hala çalışmaktadır. Bina ve arsanın sahibi Dr. Tahsin Özbek imiş. Beşinci sokak ise daha bir başka durumdaydı. Sokağın güney köşesinde yer alan arsa oldukça büyüktü. İçinde meyve ağaçları vardı ama etrafında herhangi bir bahçe çiti yada duvarı mevcut değildi. Sokaklar genelde yan yana bahçeler ve bahçelerin geri taraflarında yapılmış evler şeklindeydi ve mutlaka her bahçenin bir duvarı vardı, ya kerpiç ve briketten yada ağaç çıtalardan. Bu sokak sanki ortasında başlardı, ortasına kadar olan kesimde yer alan bahçeler boş gibiydi. Altıncı sokak bizim için bir başka özellik arz ederdi. Derince’ nin bize yakın yazlık sineması bu sokağın içersinde, güney tarafında yer alırdı. Bahçe duvarı brikettendi, sandalyeler ağaçtan ve bir birilerine arkalarından tahta çıtalarla tutturulmuş yan yana bitişi şekilde. Adı Deniz Sineması idi. Sahnesi beton duvardandı diye hatırlıyorum. Sokak oldukça dardı ama hala yerinde duran ev oldukça konforluydu. Sinema Üst çarşı’ da yer alan ikinci yazlık sinemanın sahibi Elektrikçi Yüksel’ e aitmiş. Altıncı sokaktan sonra bir ara sokak benzeri yer vardı ama sokak denilemezdi, çıkmaz sokağa benziyordu. Sonraları bu çıkmaz sokağın kuzey köşesine bir bina inşa edildi ve altına bakkal dükkanı açıldı. Güney köşesine de bir bina yapıldı ve çatısı yoktu. Bunun altında açılan bir nakliye acentesinde bir yıla yakın çalışmıştım. Yedinci sokak Macır Mahallesi’ nden gelip İstasyon Camisi’ nin önünden çarşının altına bağlanırdı. Bu sokağın her iki tarafı meyve bahçesiydi. Macır Mahallesi’ ne doğru gidildiğinde sol tarafta patika benzeri bir ara sokak vardı ve buna da pek sokak denilemezdi, buranın normal sokak haline dönüşmesi sonraki yıllara rastlar. Bu sokağın kuzey tarafında yan yana balkonlu tek katlı iki ev vardı. Evlerden birisi Kurtaran isimli arkadaşların eviydi. Kurtaran çocukluğumuzda da şişmandı ve uzun yıllar bu şişmanlığını korudu ve belki de hala şişmandır. Ara sokak ile dere arasında kalan yerde iki ev yer alırdı. Birisi taraçalı ve bodrum katlıydı. Eski Limanyolu’ nun hem batısında hem de doğusunda yer alan ara sokakların pek değişmediğini gözledim. Buralara yaptığım görüntüleme ve anıları tazeleme gezilerimde gördüm ki buralar nerdeyse aynı özelliklerini korumaktalar. Ankara Asfaltı altının gözden düşmesi ve buraların ilgi dışı kalması bunda etkili olmuş galiba. Hele bazı sokaklar adeta çocukluğumdaki gibiydi ve ben bir an kendimi on iki on üç yaşlarında hissettim. İnanılmaz duygular yaşadım.
Doğu Taraf Kuzeyden-Güneye
İlkin iki katlı bina yer almaktaydı ve sözünü ettiğim bina hala yerinde durmakta ve Dörteller Gümrükleme isimli bir şirket burada faaliyetini sürdürmektedir. Bu binanın altında o zamanlar Dörteller Nakliyat acente bürosu ve Hamit’ in Berber Dükkanı vardı. Sonra çıkmaz bir sokak yer alırdı. Bu sokaktan sonra gelen binanın altında ilk tarafta içi ve siğara satan bir tekel bayii vardı. Dükkan sahibi tatardı. Öğrendiğime göre ismi İrfan Toplu imiş. Hatırladığım kadarı ile kendisi de içkiyi seven, saçsız ve şişmanca birisiydi İrfan Toplu. Bu dükkanda daha önceleri Ferruz Yıldız’ ın bayii varmış. Tekel bayisinden hemen sonras ise Karslı Hamza Öz’ e ait Berber Dükkanı vardı. Dükkan sahibinin ilk dükkanı Eski Çarşı’da Şekerçi Bayram’ ın dükkanının altındaydı. Birinci ara sokağa kadar olan bölümde de bir kaç dükkan vardı, olasılıkla nakliye acenteleri idiler ama ben sadece Eski Çarşı’ dan buraya gelen Arif Dangoz’ un ayakkabı tamir dükkanını hatırlıyorum. Birinci ara sokaktan bir alt taraftaki ikinci ara sokağa kadar sadece bahçeli evler yer alırdı. Üçüncü ara sokak ile dördüncü ara sokağın tam ortasına bir bina vardı iki katlıydı. Bu binanın alt katında, kuzey tarafta Foto Yavuz’ un Fotoğraf Stüdyosu, güney tarafta ise İsmail Bey’ in bakkal dükkanı vardı. Buralarda İrfan Özoklu isimli birisinin bakkal dükkanı işlettiğini de anlattılar ama ben bunu hatırlamıyorum. Dördüncü sokaktan sonra yer alan arsa yoldan doğuya doğru tamamen boştu ve bu arsada bayramlarda panayır benzeri şenlikler kurulurdu. İp cambazları, atlıkarıncalar vesaire. Tıpkı fuarlarda kurulan Luna Park’ lara benzerdi. Bu boşluğun dibinde güney-doğu tarafta benim sınıf arkadaşım Birol Damar’ ların evi vardı. Bu boş kesimden sonra beşinci sokağa kadar sadece bahçeli evler yer alırdı. Sonraları yol kenarına bir bina yapılmış ve altına dükkanlar açılmıştı. Beşinci sokak çarşıda, İğneci Fevzi’ nin Nalbur dükkanının bulunduğu sokakla birleşirdi. Altıncı sokak ise sonraları Salı Pazarı’ nın kurulduğu, macır Mahallesi’ nden gelen yolun birleştiği sokaktı. Sözünü ettiğim sokak İstasyon Camisi’ nin yer aldığı sokaktır. Sokağın kuzey tarafı o zamanlar limanyolundan itibaren tamamen dikdörtgen şeklinde caminin önünde yer alan bahçeli eve kadar boştu. Burada da bayramlarda panayırlar yada Luna Parklar kurulurdu. anne-babamın bu panayırlara bizi getirdiklerini hatırlarım. Sokağın güney tarafı yoldan itibaren bahçeli evlerdi. Evlerden birisi Latif isimli bir arkadaşlara aitti. İki de kız kardeşi olmalıydı. Sokağın Limanyolu köşesinde, önü yola bakan iki katlı bir bina vardı. Binanın altında bir bakkal dükkanı olduğunu hatırlar gibiyim. Sonraları bu kesimdeki binalar iki katlı yığma tuğladan binalar haline gelmişti. En son gözlemimde, bu kesimi adeta terkedilmiş gibi buldum. Cami’ nin batı tarafında bir sokak vardı. Bu sokağın güney köşesinde, varlığını hala sürdüren iki katlı bir bina vardı. Bu binada İsmail Yalçınkaya’ nın en büyük ağbisi otururdu.
İstasyon Camisi geniş bir arsa içersindeydi ve etrafında ıhlamur ağaçları yer alırdı. Bahçesi doğu tarafında yer alan kısımda müezzin Cemil Hoca’ nın oturduğu ev vardı. cemil Hoca ve caminin imamı ile babam çok iyi tanışırdı. cami bahçesinin doğu tarafında yer alan arsa ise etrafı çevrili olmayan, armut ağaçlarının olduğu bir arsaydı. Sonraları bu boş alanda ardı ardına binalar yapılacaktı. Cami tarafında yer alan binanın altına Foto Hilmi, Palet isimli ikinci fotoğraf dükkanını açacaktı. Doğu tarafta yer alan iki katlı bina ise biz gençlerin uzun yıllar gideceğimiz kahvenin açıldığı bina olacaktı. Binanın çatısı yoktu, yazı çok sıcak, kışınsa çok soğuk olurdu. Bu binaların alt dükkanlarına daha çok lokanta yada lahmacun dükkanı açılmıştı. camin tam karşısında etrafı briket duvar ve üst kesimi dikenli tellerle çevrili bir bahçe ve içersinde, orta yerlerde bir ev vardı. Bu bahçenin doğu tarafı ise iki sokağı birbirine bağlardı. Soğan doğu tarafına bir kahve vardı. Bina tek katlıydı. Binaya bitişik tek katlı bina ise Derince’ nin en eski PTT Binası’ ydı. Önü güneye, sokağa bakardı ve merdivenleri doğu ve batı taraftan çıkar kapı önünde birleşirdi. Postaneye yolu düşmeyen yoktu. Benim anılarımda postane, ilkin telefon amacı ile sonraları bayramlarda mektup yada kart atmak amacıyla gidilen bir devlet kurumuydu. Binanın içine kapıdan girildiğinde L harfi şekline insanın önüne çıkan banko vardı. Sol tarafta telefon santralı ve telgraf çekme kısmı, doğu tarafa ise pul ve diğer tür ihtiyaçların giderildiği kısım yer alırdı.
Yedinci sokak ise demiryolundan önceki son sokaktı. Bu sokak en hareketsiz ve tenha sokaktı. Bu sokağı benim bu denli hatırlamamın sebebi, Bisikletçi İrfan Amca’ nın üç tekerlekli bisikletlerine binmeye başladığımızda, bizim için bu sokak bir tür eğitim alanı oluşturması sebebiyledir. Sonraları sırası ile küçük ve iki tekerli bisikletler ile gelmeye başladık buralara. Çok sonraları ise büyük bisikletlere binmeyi öğrendiğimizde gezi alanlarımızı genişlettik. İrfan Amca kiraladığı bisikletlerin listesini, duvarına astığı kağıtlara yazarak takip ederdi. Birde her zaman yanında gönüllü takipçileri vardı ve onun adına süresi içersinde geri dönmeyen bisiklet sürücüsünü ararlardı. Yedinci sokağı eskilerde kalan anılarımla karşılaştırmak amacı ile tekrar gezdiğimde, gördüm ki güney tarafta yer alan ve ta eski istasyon binalarına kadar uzanan Devlet Demiryolları işçi ve memur lojmanları neredeyse aynısı ile yerli yerinde durmaktalar. Bu evler çocukluğumda Derince’ de yer alan kerpiç evlere göre çok mükemmeldiler. Evlerin çoğu ağaçtandı ve her türlü ihtiyaca cevap verebilecek şekilde yapılmışlardı. Sokağın kuzey tarafını oluşturan bölümde yer yer katlı binalar yapılmış ama bazı eski konutlar ve bahçelerde terkedilmiş durumda. Aslına bakılırsa bu bölümler korudukları güzellik ve sessizliği ile oturulabilecek yerler. Pek trafik ve çocukların oyun oynama alanı olarak sıkıntı çeken yerler değil. Ancak bu gerçeklerin tersine buralar oturmak için tercih edilen yerler değiller. Arsa ve evlerin değer olarak yolun üstü ile aynı değerde alınıp satıldığını zannetmiyorum. Ankara Asfaltı kuzeyinin gelişmesi ile güney taraf tamamen itibardan düştü ve buraya olan ilgi neredeyse kayboldu. Ancak Esli Limanyolu’ nun batı tarafında yeni yapılan çok katlı binalar görünümü tamamı ile değiştirmiş.
Eski Limanyolu yedinci sokaktan sonra yol batıya doğru kıvrılıyordu. Dolunay şeklindeki köşede yer alan meyve bahçesinin arkasında iki katlı bir bina vardı. Bu binanın batı tarafında yer alan bahçe yukarıda kuzeyde yer alan sokağa değin ağaçlarla kaplıydı sadece. Dere ile sokak arasında kalan bölümdeyse yan yana bahçe içersinde iki ev vardı. Yol demiryoluna dek uzanırdı. Demiryolundan sonraysa sağ kolu Bahriye’ nin içersine girer Eski vapur İskelesine giderdi. İskele yolu öylesine tatlıydı ki, böylesine ulu ağaçlar, bir Liman ve Devlet Demiryolları sahası ile İstasyon Parkı’ nda birde askeri sahada bulunurdu. Kendimizi ulu ağaçların yer aldığı dipsiz orman içersinde yürüyormuş hissine kaptırırdık. Çarşının ara sokağında neredeyse ölene dek hizmet vermiş olan Bisikletçi İrfan Amca’ dan kiraladığımız iki teker bisikletlerle başlamıştı bu yola gelme maceramız. Eski Limanyolu stabilizeydi ama burası asfalttı ve iskeleye değin bisiklet sürmek inanılmaz zevkliydi. Az mı demir direklere girmişimdir yada takla atmışımdır hızlı bisiklet sürmekten, ya Limanyolu kıvrımında yada Bahriye-İskele Yolu’ nda. Derince’ nin Vapurları askeri bölgede kalan bu iskeleye yanaşır ve buradan kalkarlardı. Bisikletle olmasa da iskeleye gitmek bir alışkanlık olmuştu bazı çocuklarda, askeri gemileri, Derince Limanı’ nı ve Müze gibi teşhir için iskelenin sağına soluna konulmuş gemi ve gemi çapalarını seyrederdik. Askerler, nöbetçi askerler ve subaylarla yarenlik edip laflardık. Dere bir köprü ile geçilir geçilmez Bahriye’ nin bölgesi başlar ve yolun her iki tarafında yer alan bekçi kulübeleri çıkardı karşımıza. Kulübeler ve nöbet bekleyen askerler. Bize çok etkileyici ve keyifli görünürlerdi. Hep denizci olmak isterdim büyüyünce. Ama aksine Piyade Komando çıktı talihime Tuzla Piyade Okulu Sınavlarından. Nöbetçiler bazen bize izin vermezlerdi bazen de hiç dokunmazlardı. Vapur olayı Derince’ de iyice unutulunca sivillerin ve yavaş yavaş biz çocuklarında askeri bölgeye girişleri yasaklandı ve bu güzellikleri tekrar görme şansımız ortadan kalktı. Acaba bu güzellikleri tekrar görme fırsatım olabilir mi bilmiyorum. Nerdeyse otuz beş sene öncelerine ait bu anılarımdaki güzellikler, korunduğu ve bakıldıkları için ne kadar da güzelleşmişlerdir. Acaba ağaçların yükseklik ve kalınlıkları ne olmuştur? Şu anda Derince’ de korunmuş ve bakılmış iki yeşil alan vardır. Birincisi İstasyon Parkı’ nın arta kalan kısmı ve diğeri ise Deniz Okulu bölgesi.
Deniz Birliği Derince’ ya galiba 1920lerde kurulmuş. Belki de Demiryolu geçişinden ve Demiryolu binalarının yapılmasından sonra Derince’ de bulunan en eski kurumdur. Burada ilk zamanlar Askeri Cezaevi varmış. Sürgün yeri olarak kullanılıyormuş galiba. Ama Derince’ nin kalkınmasında ve gelişmesinde Deniz Birliği’ nin oldukça katkısının olduğunu zannediyorum. Derince İskelesi’ de en eski kuruluşlardan birisiymiş. 1950lerde yada daha önce yapılmaya başlamış. Burada yer alan Ulaştırma Birliği’ nin varlığı da sanırım aynı yıllara denk düşer. Limanın işlevselliği Zonguldak’ tan bölgenin gereksinimi olan kömürlerin gemilerle taşınmaya başlaması ile artmış. İhtiyaç duyulan işçiler Derince ve civardan bulunmadığı için, Tahmil ve Tahliye (yükleme ve boşaltma) işlerini üstlenen firma doğudan göçmen işçi getirmiş Derince’ ye ve idari kısımlarda memur olarak çalışacak insanlarda Derince’ ye gelmişler kafalarında birgün geri döneriz düşünceleri ile, çeşitli illerden. İşçiler için sonraları İşçi Yemekhanesi olarak kullanılan o iki kocaman ve iri bina inşa edilmiş ve orada yatıp kalmaya başlamışlar. Zaman içinde bir kısmı ya Derince’ den evlenmişler yada ailelerini getirip Derince’ li olmuşlar. İşte Derince’ nin ilk doğu kökenli insanlarının öyküsü böyleymiş.
Liman ve Devlet Demir Yolları sahasında kalan o yüce meşe ve çınar ağaçlarının çoğu adeta kıyıma uğratıldı zaman içersinde. Derince’ nin öyküsünü yazdığımı söylesem, özel bir izin verirler mi beni konuk olarak Deniz Birliği’ nin Bölgesi’ ni gezdirmek için. Acaba bölgeyi görmem askeri sır, yasak bölge kuralına takılıp engellenir mi! Aslında bir denememde hiç bir sakınca yok. Çocukluğumda, bir vesile ile, hatırlıyorum, ta ileride doğu tarafta yer alan barakalara kadar gitmiştik. Koğuşları, yemekhaneleri ve diğerlerini gezmiştik. Sanırım çocukluk dönemlerimde bana İngilizce dilbilgisi dersleri veren Kemal Ağbi izin almış ve gezdirmişti ama bundan da pek emin değilim. Demiryolu kavşağından yürüyerek batıya doğru giderdik. Macır Mahallesi ile demiryolu arasında bir patika vardı. Demiryolu askerleri bölgenin dikenli tellerine göre daha yüksekte kalırdı. Tepenin vadi ile birleştiği yere gelmeden önce, tepenin zirve oluşturduğu yer adeta uçurum gibiydi. Toprağı sarı renkte ve açıktaydı. Asla üzeri kapanmazdı. En tepesine yakın noktada üzüm bağları ve meyve ağaçları yer alırdı. Bu yolla devam ettiğimizde şu anda Askeri Lojmanların bulunduğu vadi üzerinden geçen köprü ve yükseltilmiş kesime ulaşırdık. Macır Mahallesi tepesi burada son bulurdu. Köprünün kuzey-doğu köşesinde bakımsız meyve ağaçlarının ve birbirlerine sarmaşık ve böğürtlen dikenleri ile sarmal olmuş yemyeşil renkli kümelenmiş çalılıkların ardında bir kuyu yada tulumba yer alırdı. Daha Halil Ağa’ ların askeri bölge otlarını satın aldıkları dönemlerden bilirim ben buradaki suyu. Su gereksinimlerimiz bu kuyudan sağlanırdı. Bu kuyunun bulunduğu yerden bir patika ile yukarı mahalleye çıkılırdı.
Limanyolu-demiryolu kavşağından sonra doğru güneye doğru inilince denize varmadan önce bekçi kulubesi yer alırdı. Babamın yanına gideceğimi söylerdim bekçilere ve geçerdim kontrolden. Kulubeden sonra yol doğuya doğru kıvrılırdı. Bu kıvrımdan sonra batı taraf açılan patikanın ucu Limanın tekne ve mavnalarının kalafatlama sahasıydı. Bu kesim sanki düzleştirilmiş gibiydi ve daha aşağıda yer alırdı, dere tarafı ise daha yukarıda kalırdı. Askeri tarafta Çenedere’ nin denizle buluştuğu kısımda, deniz kenarı meyilli bir şekilde betonlanmış yada parke taşları ile döşenmişti. Burada denize girer güneşlenirdim babamla öğle paydoslarında. Bu kesimle liman dokları arasında kalan kısım doğuya doğru yay çizen küçük bir koya benzerdi. Limana gidiş yolunun başında idari binalar, gümrük binaları ve itfaiye binası yer alırdı. Babamları çalıştığı atölye binaları ise o zamanların silo binasının doğu tarafında, manevra hatlarının altında deniz kenarındaydı. Bina tam bir uçak hangarına benzerdi. Babamların çalıştığı kısım ise daha küçük bir kısımda içerde. Atölye binasının bir benzeri hemen batı tarafında yer alırdı. Bu iki binanın tam kuzey tarafında yer alan bir bakım atölyesi vardı, ya araçlar için yada vinç yada fork-lift benzeri gereçler için. Ulaştırma birliğinin sahası askeri bölge olarak beyazlı-kırmızılı boyanmış ve kısım kısım dikenli tellerle, kısım kısımda duvarla ayrılmıştı sivil bölgelerden. İşçi yemekhanelerine gidiş yolu üzerinde ama demiryolu manevra hatlarının aralarında sanki lokomotif ve vagonların bakım ve tamir hangarları vardı sanki.
İşçi Yemekhaneleri’ nin bulunduğu alanın batı tarafında olan ve ulaşımı Ahmet Ağa Suyu tarafında gelen yol ile sağlanan bir kesim vardı. Buraya Teneke Mahallesi denilirmiş. Bunu da Sn. Fahrettin Ağiç’ ten öğrendim. Bu mahallede hatırladığım kadarı ile bazı memurlar oturmaktaydı. Evlerin bazıları hangar şeklinde olduğundan bu kesime Teneke mahallesi ismi takılmış. Evlerin bahçe etrafları yüksek çitlerle çevrilmişti ve bahçelerinde de meyve ağaçları mevcuttu.
Silo Binaları, dokların doğu tarafında ama deniz kenarında yer alırdı. Dikdörtgen şeklinde oluklu saçla kaplı, oldukça yüksek neredeyse 10 katlı bir binadan daha yüksektiler sanki. Yanyana iki bina şeklindeydiler. Bu silolar tahıl ve benzeri kuru gıdaların depolanmasında kullanılıyordu. Amerika’ dan Marshall Yardımı kapsamında buğday ve benzeri tahılların ithal edilip burada depolandığını, sonra gerekli bölgelere vagonlarla yada dahili gemilerle dağıtıldığını düşünüyorum. Bu silolarda birçok dul kadın ekmek ve maişet parasını kazanmış ve çoluk çocuğunu büyütmüştür. Çok sonraları liman tekrar ele alınıp genişletilmeye ve tekrar şekillenmeye başlanacağı zamanlarda bu silo binaları sökülmeye başlanmıştı. Buradan çıkan hurda ve atıkları galiba Yeni Limanyolu’ nun batı tarafında yer alan Aydınlar’ a ait akaryakıt ve oto satış yerini’ nin bulunduğu alana getirilip yığılmıştı. Sanırım bunları Aydınlar satınalmışlardı ve sonraları bu çıkmalarla burada Fiat Bakım İstasyonu kurulmuş ve bu tesislerde uzun yıllar burada kalmıştı.
Şimdi Derince Limanı Müdürlüğü’ nden gayri resmi olarak 05.06.2001 günü tarafıma sağlanan bilgiyi aktaracağım.
“Limanın Tarihçesi: Derince Limanı, İzmit
Körfezinde, İstanbul-Ankara Karayolu ve İstanbul-Ankara Demiryolu hattı
kenarındadır. Derince Limanı 1900 yılında verilen bir imtiyazla Anadolu-Bağdat
Demiryolları Kumpanyası tarafından inşaatına başlanıp, 1904 yılında işletmeye
açılmıştır. 1927 yılında 1042 sayılı kanunla Devlet Demiryolları ve Limanları
Umum Müdürlüğü’ ne devredilmiştir.
29.07.1953 tarihinde kabul edilen 6186
sayılı DDY İşletmesi Genel Müdürlüğü kuruluş kanununa göre kuruluşumuz, Türkiye
Cumhuriyeti Devlet Demiryolloları İşletmesi (TCDD) adı altında Kamu İktisadi
Devlet Teşekkülleri haline getirilmiş olup, bugünkü Derince Limanı da,
Haydarpaşa Liman Müdürlüğü’ nün ünitesi olarak iskele şefliği ünvanı ile hizmet
veremeye devam etmiştir.
TCDD Genel Müdürlüğü’ nün 31.03.1961 tarih
ve 11270-14-1/1738 sayılı emirleri ile müstakil Liman İşletmesi Müdürlüğü
olmuştur.
8.6.1984 tarih ve 233 sayılı K.H.K ve Ana
Statü ile teşkil TCDD, faaliyetlerinde özerk ve sorumluluğu sermayesi ile
sınırlı bir kamu İktisadi Kuruluşudur. Devletçe kendisine verilen
Demiryollarını, Limanı, Rıhtım ve iskeleleri işletmek, genişletmek ve yenilemek,
bunların tamamlayıcı faaliyetlerinde bulunması amacıyla teşkil olunan tüzel
kişiliğe sahip, bir Kamu İktisadi Kuruluşudur.”
Travers Fabrikası galiba 1935lerde inşa edilmiş. Fabrika kurulduktan sonra şu anki Yeni istasyon Binası’ nın doğu tarafında yer alan kesitte de, yani Ankara Asfaltı, Cımbızdere ile demiryolu arasındaki bölüm de tamamen lojman evleri yaptırılmış. En güzel ve düzenli lojmanlar ise demiryolunun kuzeyi ile Turgut Reis İlkokulu’ nun doğu tarafında yer alan ara sokak arasında kalan adada yer alıyordu. Kendine ait parkı vardı, parkta fıstık çamları, süs bitkileri ve park bitkileri yer alırdı. Her bir ev kendi bahçesi içersindeydi. Bahçede meyve ağaçları da vardı. Her türlü bakım ve onarım ile masrafları fabrika tarafından karşılanmaktaydı. Belki koşullar hala yine aynı şekildedir. Travers fabrikası anlaşılacağı üzere, bu bölge demiryollarının travers ihtiyacını karşılamak amacı ile kurulmuş. Travers Latin kökenli bir kelime olup bize galiba Fransızca’ dan geçmiş. Rayların altına sıra sıra döşenen ve rayların büyük vidalarla üzerlerine sabitlendiği çaprazlara denmektedir. İlk zamanlar belli kesimler için bu çaprazlar demirden üretilmiş ama genel olarak tomruktan üretiliyormuş. Bu çaprazlar daha sonra dayanım kazansın diye zift ile kaplanıyormuş. Ziftle kaplanmasının daldırma mi yoksa püskürtme yöntemi ile mi yapıldığı konusunda bilgim yok. Sonraları ağaç türünden beton türüne geçilmiş. Elektrikli demiryolu döşenince yeni hatta bu beton çaprazlar kullanılmıştı.
Eskilerde demiryolu hattında oluşan bozuklukların tamiratını işçiler bu iş için düzenlenmiş aletlerle yaparlardı. Olay yerine de iki kolla çalışan bir ulaşım aracı ile giderlerdi. Öğrendiğime göre bu ulaşım aracının adı Pompalı Drezin imiş. Sonraları çaprazların döşenmesinden tutunda ta son düzenlemeler değin her şeyi yapan lokomotif türü geliştirilmiş makinelerle yapılmaktadır.
Travers Fabrikası’ na yaptığım ziyarette, fabrikanın geçmişine ait edindiğim bilgileri, tesisin müdürü Sn. Fahrettin Ağiç ile yaptığım sohbette teyit etmek istedim. Aktardığına göre arşivlerinde, Atatürk’ün 1930larda Derince’ ye yaptığı ziyareti de resimleyen görüntülerinde bulunduğu bir kitap varmış. Ama bu kitabı bir firma geçici olarak aldığı halde geri iade etmemiş.
Fabrikanın elektrik ihtiyacını sağlayan ve daha sonraki yıllarda Eski Limanyolu’ na ışık veren jenaratörden söz ettiler. Arka, güney tarafta büyük ve eski bir yapının içindeydi elektrik üreteci. Oldukça büyüktü. Jeneratörün resimlerini aldım, diğer eski yapıların görüntülerini çektim.
Eski Çarşı’ yı Batı taraf kuzeyden-güneye, Doğu taraf kuzeyden-güneye ve İstasyon Parkı, Eski İstasyon ve Revir Binası başlıkları altında anlatacağım. Bu başlıklar altında anlatma gerekçem,Eski çarşı’ nın eskilerde tamamen Derince’ nin kendisi ve tamımı olmasıdır. Her şey Eski Çarşı’ nın güney ucundan Eski İstasyon Binası’ nın önünden kuzeye doğru genişlemeye başlaması ile başlamış. Derince denilince burası bilinirmiş.
Eski Çarşı ile ilgili anılarım oldukça kuvvetli, kuzeyden güneye, sıra sıra sağlı sollu hangi dükkanların yer aldığını hatırlıyorum ama bazı bölümler oldukça silikti. Buna ilaveten esnaftan isim olarak söz etmem neredeyse olanaksızdı. Bazılarını hatırlamam yeterli değildi. Geçmişi kurcalayabileceğim, çarşının ilk oluşumundan, hangi dükkanın kime ait olduğunu sıra sıra anlatabilecek, çarşıda esnaflık yapmış yada burada oturmuş insanlardan bazıları ile sohbet etmem gerekiyordu. Bu amaçla bir hafta sonu Çarşı’ ya gittim. Kasap Cevdet Dağlar’ ın oğulları’ nın işlettiği kasap dükkanına gittim. Cevdet Amca’ nın üç oğlu vardı. Sarı saçlı en büyük oğlu, ortancası ve en küçük oğlu Nedim. Dükkanda ortanca oğlu çalışmaktaydı. Şu anki dükkanları eskilerde kuzeyden güneye batı tarafta yer alan ikinci ara sokağın köşesindeki binanın köşe kesimiydi. Bu arsayı satın alıp çok katlı bina yapmışlar. Nedim nakliye işleri ile uğraşmaya başlamış. Efe Tur’ da çalışan otobüsleri ve yük çeken TIR’ ları varmış. Kasap dükkanının binanın zemin katındaki tüm alana yaymışlar ama deprem sonrası arka tarafta yer alan kısımlar bir bölme ile kapatılmış. Şu anda dükkan küçük bir kısımdan oluşmakta ama eski dükkanın genişliği geride kalan duvar fayanslarından anlaşılıyor. Bina depremde zarar ve hasar görmüş. Derince’ nin eskisi ve geçmişine ait sohbet etmek istediğimi söyledim ama vakti olmadığını, ağbisi olsaydı onun daha fazla yardımcı olabileceğini ifade etti. Teşekkür edip ayrıldım, anılarımı tazelemek ve canlandırmak amacıyla ara sokaklar daldım, batı tarafa doğru yürüdüm ve sokakları diklemesine kuzeyden-güneye bölen ara sokakla Fırın Sokak’ tan geri dönüp çarşıya geri döndüm. tanıdık simalar arıyordum konuşabileceğim. Sokağa çıkıp sağa dönünce bir dükkanın önünde oturan birine rastladım, yüzü tanıdık geldi, selam verip yaklaştım, isteğimi belirttim. Hoş sohbet ve tanışma sözlerinden sonra, konuştuğum kişinin, Derince’ nin ilk Sinema işleticisi, sonra ilk kara fırının sahibi ve hala işletilen Derince Palas Oteli’ nin sahibi Celal Balcı’ nın oğlu, Cemalettin Balcı olduğunu öğrendim. Babalarından kalan ve çarşıda yer aln mülkleri kendisi ve binanın arka tarafında, Fırın Sokak içersinde yer alan kuru temizleme dükkanını işleten ağbisi işletmekteymişler. Cemalettin Balcı’ nın önünde oturduğu dükkanda berber dükkanıymış. Dükkanın ve binanın sahibi de Derince’ nin en eski berberlerinden Lütfü Özkan idi. daha sonra sohbetimize katılacak ve anıları ile bana oldukça ayrıntılı bilgileri aktaracak olan, babası Bingöl kökenli, kendisi eski adı ile Mahle Piston olan fabrikadan emekli Turgut Keskin geldi dükkana. Cemalletin Balcı ile saatler süren sohbete daldık. çarşı esnafını kuzeyden-güneye doğu ve batı yakaları olarak dükkan dükkan saydı. Konuşmamızı otel girişinin heme güney alt tarafında yer alan yazıhanesinde yaptık. İlkin net hatırlıyordu geçmişin izlerini, sonraları onunda anıları karışmaya başladı. Emin olmadığı ve hatırlayamadıklarını Cici Berber’ in sahibi Lütfü Özkan’ a soruyordu. Sohbetimize, doğu köşede yer alan Çankırılı Kuruyemişçi dükkanının sahibi de katılıyordu ara sıra. Kuruyemişçilerin Derince’ ye ilk gelişlerini bende hatırlıyorum. Asfaltın kuzey tarafında açtıkları ilk dükkandan sonra gelmişlerdi Eski Çarşı’ daki bu köşeye. Cemallettin Balcı çok ilgi ve alaka gösterdi, ekmek içi köfte söylemiş ben resim çekmeye gittiğimde. Geri dönüşümde beni beklesin diye tembihlemiş berber amcayı ama bir süre bekledikten sonra ben ayrılmak zorunda olduğum belirten bir not bırakıp, Eski Limanyolu hakkında bilgi toplamak için ayrıldım.
Cemalettin Balcı ile yaptığım sohbette Eski çarşıda yer alan esnafın kimler olduğunu sıra sır not ettim, eksik kaldığı yerlerde ve Derince’ nin ilk yıllarına ait bilgilerde Lütfü Özkan ve Turgut Keskin devreye girdiler. Ama istasyon binasına yakın kesimi ise daha da netleştirmem gerekmektedir. Bu kesit ve PTT’ ye dönen sokağı ve diğer ara sokakları açık bir şekilde hatırlayacak insanlarla sohbet edeceğim.
Eski Çarşı’ yı ilkin Batı Yakası’ ndan başlayarak kuzeyden-güneye doğru sıralayacağım. Ardından Doğu Yakası’ nı yine kuzeyden-güneye de doğru sıralayarak devam edeceğim. Ars sokaklarla ilgili bilgiler şu anda pek net değil, onlarla ilgili sonradan sağlayacağım bilgileri ilave etmeyi düşünüyorum.
Doğrusunu isterseniz yıllar içersinde değişiklik gösteren Eski Çarşı’ da tarihsel sıralama ile kimlerin ne işle uğraştıklarını sıralamak değil amacım. Çocukluğuma denk gelen, yani 1960 yıllar ve sonrası ile ilgili anılarımdaki Eski Çarşı’ dan söz edeceğim. Eski Derince’ liler ile yaptığım sohbetlerden dinlediklerimi ve özellikle aldığım notları mutlaka aktaracağım. Bu aktarmalarda bazen daha eski yıllara yani 1920lerle 1940lara ve 1960lar öncelerine belli göndermeler olacaktır. Bu ifadeler zaten mutlaka mış eklentisi ile biten cümleler olacaktır. Derince’ nin Geçmişi’ ne ilişkin başka kişiler bir şeyler yazıp kitap yada kitapçık haline getirip getirmediğini bilmiyorum ama eğer bu denemem ilk olma özelliğini koruyacaksa, dileğim benden sonra başka Derince Sevdalıları’ nın Derince’ nin 1960lardan önceki ve 1980lerden sonraki durumunu anlatan denemeler yapmasıdır.
Ziraat Bankası’ nın yer aldığı bina. Bu binanın köşesi yuvarlaktı ve iki katlıydı. Aynı bina üzerine bir kat ilavesi ile varlığını sürdürmektedir. Bir köşesi asfalt tarafında diğer köşesi ise Çarşı tarafındadır. Banka yol seviyesinde olan birinci kattaydı. Ziraat Bankası Derince’ nin ilk ve yegane bankasıydı. Babama maaşları karşılığı verilen Borçlanma Senetleri’ nin fazi kuponları için gelmeye başlamıştık biz bankaya. Ziraat Bankası en son Denizciler Caddesi’ nde 17 Ağustoz 1999 Marmara Depremi öncesi Derince Belediye Binası’ nın batı tarafında çok katlı bir bir binanın ilk iki katına taşınmıştı ve depremde tamamen çökmüştü. Eski binanın bodrum şeklinde duran alt katında ilkin berber dükkanı olan bir dükkan varmış. Bunun yanında Derince’ nin ilk Taksi Durağı olan Birlik Taksi’ nin yazıhanesi vardı. Birlik Taksi’ den sonra Muzaffer ve Niyazi Balcı kardeşlerin işlettiği iki katlı Manolya Pastanesi vardı. Hala aynı isimli bir pastane bir alt binanın ilk iki katında faaaliyetini yürütmektedir. Manolya Pastanesi’ nin bende başka tür hatıraları vardır. Buradan aldığım ve yediğim çubuk krakerlerin, poğoça ve tatlıların adeta tadları damaklarımdadır. Muzaffer Amca güleç yüzlü ve bir yada iki dişi altın kaplama olan birisydi. Pastahane’ nin buzdolabı yada vitrinleri dükkanın güney duvarına yanaşıktı. Kapı tarafında içersinde pastaların sergilendiği buzdolabı, bunun yanında ise üzeri beyaz mermerden olan başka bir dolap yer alırdı. Bundan sonra galiba ibreli bir terazi yer alırdı. Dükkanın kuzey tarafında ise masalar ve üst kata çıkış merdivenleri yer alırdı. Sokak tarafı tamamen vitrindi ve vitrinde de pasta, kurabiye ve tatlılar sergilenirdi. Pastanenin yanında yer alan ve dişçi İlyas Amca’ ya ait bahçeye sonraları bir balıkçı tezgahı açılmıştı. Balıkçı tezgahı ile bir alt tarafta yer alan binanın arasında kalan ve binanın arka tarafında bahçe içindeki eve giden bir sokak kapısı yer alırdı. Sokak kapısı ağaç çıtalardan yapılmıştı. Dilsiz Berber İlyas Toplu’ nun dükkanının yer aldığı bina iki katlydı. Berberin kuzey tarafındaki dükkan Tekel Bayii imiş. Bu Tekel Bayii dükkanını sonraları Refik Mutlu isimli birisi satın almıştı. Refik Mutlu’ da hatırladığım kadarı ile içki ve muhabbet ortamlarını seven bir kişiliğe sahipti. Çocukları Ömer ve Kadem’ i Cumhuriyet İlkokulu’ ndan hatırlarım. Kadem berber çıraklığı sonrası kendi adına berber dükkanı açmıştı, sanırım hala mesleğini yürütüyordur. Uzun yıllar berber Turan Günaydın’ nın yanında çalışmıştı. Hafız Hasan Yılmaz’ ın iki katlı binası ile Dilsiz Berber’ in dükkanı arasında bir ara sokak vardı. Bu ara sokak oldukça dardı. Ancak iki insan yan yana geçecek genişlikteydi ve orta yerlerde bir yerde kıvrılarak Eski Limanyolu’ a ulaşan bir sokakla birleşirdi. Çarşı’ ya Tarla’ daki evimizden gelişlerim her seferinde başka bir ara sokaktan olurdu. Bunu bilerek yapardım, bu bana hem inanılmaz güzellikteki bu sokakların havasını yaşatma olanağı sağlar hem de sokaklarla ilgili bilgilerimi arttırırdı. Değişiklik eve olan uzaklığı sanki kısaltırdı. Şimdilerde annemlerin oturduğu aynı yerden, yani 60 Evler’ in giriş kesiminden, Eski Çarşı’ ya yürüyerek inmek hiç te zor değil. Ama çocukluğumda evler Çenedere’ ye gelmeden son bulurdu ve geri kalan mesafe ise tamamen çalılık ve fundalıklar arasında kalan patika şeklinde yoldu.
Merkez Camisi’ nin imamlığını yapan Hafız Hasan Yılmaz’ a ait iki katlı binanın ikinci katı ilk yıllarda sinema olarak kullanılmış. Bu günleri ben hatırlamıyorum. Benim anılarımda pasaj gibi olan alt katında olan dükkanlardır. Pasajın kuzey köşesindeki dükkanda Eczane vardı. sahibi Erdoğan Bilgin’ e aitmiş. Bu eczane çocukluğumun yeğane eczanesiydi. Daha önceleri Çarşı’ nın istasyon binasına yakın yerinde başka bir eczane varmış. Pasajın arka tarafında kalan dükkanlar boştu ve bazıları Hasan Hoca’ nın yeğeni Emice (Mustafa) tarafından yapı malzemelerinin yada futbol malzemelerinin saklandığı depo olarak kullanılırdı. Güney taraftaki dükkan Emice’ nin işlettiği Nalburiye ve İnşaat Malzemeleri dükkanıydı.
Emice lakaplı, Mustafa oldukça sosyal bir kişiliğe sahipti. Futbolu çok severdi. Adına bir takımı vardı ve masraflarının çoğunu kişisel olarak karşılardı. Ufak tefek, konuşkan, dolgun ve tıknaz yapılı bir kişiydi. Sanırım kafası yarı keldi. Sonraları takımın adını ya Derince Spor koymuşlardı yada Ray Spor ile birleşilmişti. DDY’ nin eski işçi yemekhanelerinin bulunduğu alanın doğu tarafında, o ulu meşe ağaçlarının ortasında kalan alanda futbol sahası oluşturulmuştu. Burada turnuvalar düzenlenmekteydi. Her maç ayrı bir olay haline gelirdi. Maçlar kahve hayatından sonra en ilginç eğlenceydi erkekler için.
Hasan Hoca’ nın binasının pasaj içinde yıllardır gazete satan Burhan’ ı tanıyıp bilmeyen yoktu. Gece yarısı asfalt kenarında gazete beklenirdi. Gazete dağıtım kamyonu geldikten sonra Burhan paketi alır, pasaja taşır ve önce tasnif eder satışa sonra geçerdi. Sabırsız müşteriler gazetelerini almak için aceleci davranır, Burhan da aksine işini yapıp bitirmeden gazete satmazdı. Bazıları için gazetelerini geceden almak ayrı bir keyifti. Gazeteci Burhan gündüzleri kolunun altına bir iple yerleştirdiği gazete matrisi (baskı kalıbı) içersine yerleştirdiği gazeteleri sokak sokak dolaşarak satardı. Çok sonraları Almanyalı lakaplı bir çocuk onun yamağı haline gelmişti. Çocuk ufak tefek birisiydi. Evi yurdu, ana-babası yoktu. Sokaklarda yatar kalkardı. Bir zaman sonra aldığı Milli Piyango biletine zamanının büyük ikramiyesi çıkmıştı da yerel ve ulusal basına konu olmuştu. Afili resimleri çıkmıştı baş sayfalarda. Kazandığı parayı kısa sürede har vurup harcamış yine beş parasız sokaklara geri dönmüş. Öğrendiğime göre hala sokaklardaymış, saçı sakalına karışmış bir halde. Gazeteci Burhan yıllar sonra Çarşı’ nın Batı yakasında, Şekerci Bayram’ nın dükkanının altında bir dükkan kiralamış gazeteleri burada satmaya başlamıştı. Gazetelerin Derince Bayiliği’ ni Sancaklar çok sonraları devraldılar. Burhan’ a ne olduğunu da bilmiyorum. Piyasadan kayboldu gitti. Almanyalı lakaplı çocuk misali Derince’ li herkesin bildiği ve tanıdığı birisi vardı. Koluna taktığı iki gözlü camekanı ile sadece beyaz leblebi ve kabak çekirdeği satan bir adam vardı. Gözleri özürlüydü. Görme yetisi oldukça zayıftı. Taktığı gözlüklerinin kalınlıkları oldukça yüksekti. Hatta camlardan birisi diğerine göre daha kalındı sanırım. Çekirdekçi İsmail. Çoğunlukla Çarşı’ da belli dükkan köşelerinde camekanını koltuk altında taşıdığı X şeklindeki açılır-kapanır ayağın üzerine koyar, satış yapardı. Ama gün boyunca sokaklarda dolaşıp çerez sattığını herkes bilirdi. Leblebisi ve kabak çekirdeği sürekli taze ve kaliteli olurdu. Leblebiler kıtır kıtır, çekirdeklerde çıtır çıtırdı. Galiba Çıtııır diye seslenerek dolaşırdı, geldiğini belli etmek için. Bende onun müşterilerindendim. Küçük bir ölçü kabı vardı. O zamanların parasına göre kabın bir bedeli vardı ve kıvrılıp hazır hale getirilmiş gazete kağıdından külahlara dökerdi istenileni.
Hasan Hoca’ nın binasının güney tarafında ise Remzi Balcı’ nın kara fırını vardı. Kara Fırın demek odunla çalışan demektir. Matador denilen ve fuel oil (akar yakıt) ile çalışan sistemler çok sonraları kabul göremeye ve kullanılmaya başlanmıştı. Fırının yanında ise Terzi Vecdi’ nin Terzi Dükkanı yer alırdı. Dükkanın seviyesi çarşı zeminine göre biraz yüksekteydi ve önünde merdivenleri vardı. Terzi Vecdi Derince’ nin üst tarafında Işıklı Evin yokuşuna yakın bir sokakta otururdu. Dükkanın kapısı kuzey tarafta, vitrin ise güney tarafta kalırdı. Çalışma tezgahı kapıdan girildiğinde batı tarafta yer alırdı. Babam beni ilkokula giderken çırak olarak Vecdi Amca’ nın yanına vermişti. Haftalık alırdım. Terzilik öğrenmem gerektiğini iyi bir meslek olduğunu söylerdi ama ben çocuktum. Yazın havanın sıcaklığı ile sandelya tepesinde uyuklamaya başlardım. Bunu fark eden ustam hemen bana bir iş verirdi, ya ütünün közleri alevlendirilir yada su döküp dükkan önü süpürülürdü. sabahları erken gelip dükkan önünün süpürülmesi yada camların gazete kağıtları ile temizlenmesi gerekiyordu. En nefret ettiğim kömürlü ütünün hazırlanmasıydı. Terziler kömürlü ütü kullanırlardı. Bu elektrikli ütünün olup olmadığı anlamına gelmiyordu. Tercih meselesiydi. Kömürlü ütü ile daha iyi sonuç alındığına inanılırdı. Ama teknolojinin günlük yaşamımıza sunduğu yeniliklere karşı duymak olanaksızdır. Zaman içinde ama çok hızlı bir şekilde kömürlü ütülerde tarihteki yerlerini alacaklardı. Kömür ütülerine benzer aynı ağırlık ve özellikteki elektrikli ütüler piyasaya çıktı. Aslında seri üretimle ve tekstil sanayisinin gelişmesi ile terzilikte meslek olarak yavaş yavaş, kimse fark etmeden kaybolup gideceklerdi. Ama büyüklerimizin o günkü koşullarda bunu görmesi ve anlaması olanaksızdı. kaybolan meslekler arasında neler neler vardı. Uyum sağlayanlar ve ihtiyaç gideren meslekler yeni yüzleri ile varlıklarını sürdürmekteler ama bazıları vardı ki tamamen yok oldular. Gaz ve ispirto satan dükkanlar, semercilik, zahirecilik, nalbantlık ve at arabası tamirciliği, kolda camekanla çerez yada lahmacun satma ve şeker imalatı.
Öğle paydoslarında geçireceğim bir saatim vardı. Fırından çeyrek ekmek alır, isteğime ve keyfime göre ama her gün değişik olmak üzere, bir sokak alt tarafta olan X Amca’ nın yoğurtçu dükkanında ya yoğurt, helva, zeytin yada beyaz peynir alır ekmeğimin içersine koyar yerdim. Yoğurtlar şu anki ayran kaplarına benzer şekilde bir kapta satılırdı. Diğerleri ise tepsi içersinde açıkta kilo ile satılmaktaydı. Yemeğimi alır keyfime ve tercihime göre, istasyon parkına, Travers Fabrikası Lojmanları’ nın parkına yada PTT’ nin karşısında yer alan ve çocukluğumda boş olan armutlu bahçeye giderdim. İstasyon binasının parkına gittiğimde olurdu. Yemek sonrası çeşmeden suyumu içerdim. Derince merkezi ve çevresini, yani istasyon ve çevresini, parkını, travers fabrikası lojmanlarını, Cımbızdere’ nin demiryolu altından geçtiği köprü civarlarını, Ahmet Ağa suyu çevresini, Macır Mahalallesi Camisi’ nin çevresini, Eski Limanyolu’ nun tüm ara sokaklarını gezer dolaşırdım. param varsa İrfan Amca’ nın kiralık bisikletlerinde alırdım soluğu. Bisikleti kaptım mı istediğim yere daha hızlı ulaşırdım. Girip çıkmadığım sokak kalmazdı. Ne isterdim bisikletim olmasını. İrfan Amca’ da boy boy, çeşit çeşit bisiklet vardı. Ah bir gün benimde bir bisikletim olsa derdim. Çok mu pahalıydı bisikletler yoksa babam mı almak istemezdi bana bilemiyorum. Ama Derince’ de bisiklet satan dükkan da hatırlamıyorum. Terzi Vecdi ile çıraklığım sanırım bir aya yakın parmağıma bağladığı iğneliği taşıdıktan sonra kesildi. Bu çok ağrıma gitmişti. Parmağım iğnelikle bağlı, bükük vaziyette dolaşmıştım. Neymiş parmağım alışacakmış iğne kullanımına. Teğelleme, eldikişi ve ütüleme olaylarına aşina olmuştum ama dikiş makinesi kullanımı ile kesim işini öğrenemeden bir sonraki sene babam beni Manufaturacı Şişko Mustafa (Kuş) dükkanının iki ev doğusunda, iki katlı bir binanın çatı katında bulunan Kuran Kursu’ na vermişti. Amacı Kuran okumamı sağlamak ve beni sokaklardan koparıp adam etmekti. Kursu yöneten Süleyman Karakaşın babası olmalıydı. Sakallı bir amcaydı. Elifba (Abece) kitapları ile başlamıştık. Diz üstü oturuyor, Rahle (kitap konulan yeri eğimli, altta kitap koyma gözü olan, iki ayaklı ve ayakları alttan V şeklinde kesilmiş, küçük minyatür tür okuma tezgahı) denilen küçük sırlarda okuyorduk. Çeşitli şehirlerden gelme ve yatılı bazı öğrenciler vardı.
Terzi Vecdi’ nin dükkanının bitişiğinde Gazcı Saim Amca’ nın gaz ve ispirto satılan bir dükkanı vardı. Sonraları bu dükkanın yerine ne dükkanı açıldığını hatırlamıyorum. Bir oğlu olduğunu zannediyorum. Pompalı, pirinçten sarı renkli gaz ocaklarına ispirto koyar, gaz lambaları ve gaz ocakları için gaz satardı. Birde gece komşuya giderken kullanılan denizci fenerleri vardı, bunlarda gazla çalışırlardı. Gazci Saim Anca’ nın dükkanına bitişik olan dükkan Elektriçi Cemal’ in dükkanıymış. Ben bu dükkanı pek hatırlamıyorum. Bundan sonra ara sokak yer alırdı. Bu ara sokak kuzeyden-güneye ikinci ara sokaktır. Sokağın güney köşesinde, bir köşesi sokağa bakan diğer köşesi Çarşı tarafında olan bir plakçı dükkanı varmış, adı da Agora Plak Evi imiş. Bunu sanki hayal meyal hatırlar gibiyim. Plakçının bir altındaki dükkanın Ayakkabı Tamircisi Arif Dangoz’ un olduğunu biliyorum. Arif amca, işini seven, yumuşak sesli ve sevecen bir amcaydı. Ayakkabı da satardı. Ayakkabılarımızın yıllarca tamirini hep Arif Amca yapmıştır. Oturma yüzeyleri hasırdan küçük, arkalıksız oturakları vardı. Yanında oğulları da çalışırdı galiba. Bir çalışanı vardı, bir gözü şeylaydı. Arif Amca sonraları dükkanını Eski Limanyolu’ nun doğu tarafına, yukarıdan aşağıya ikinci ara sokağın köşesinde bir dükkana taşımıştı. Raflarında kutular içersinde duran yeni ayakkabı da satardı. Tamir edilmiş yada edilecek ayakkabılar bir köşede dururdu. Arif Amca’ nın bitişiğindeki dükkan Burç Tersizi imiş. Ben bu terzi dükkanını da hiç hatırlamıyorum. Ehli Amca çalıştırırmış. Terziden hemen sonra gelen Yoğurtçu Dükkanı’ nı ise berrak ve çok açık hatırlıyorum. Kapısı kuzey köşesindeydi, tezgahında kuzey duvarına dönüktü. Dükkan sahibi X Amca’ nın iki oğlu vardı, Recep ve Halil. Halil’ in bir ayağı özürlüydü ve diğerine göre daha kısa kaldığından, özürlü ayağına eliyle destek yaparak yürürdü. Yoğurt, lokantalar için kase yoğurt ve cam şişelerde ayran üretirlerdi. Yoğurtlar büyük tepsilerde saklanır ve kilo ile açıkta satılırdı. Evden kabı getiren müşteriler, istedikleri miktarı belirtirler, yoğurtçuda kabın darasını alır ardından istenilen yoğurdu tartar ve verirdi. Şimdilerdeki gibi hazır 250gr, 500 gr, 1 yada 2 Kg. lık yoğurt kapları yoktu doğal olarak. Ama eminim ki şimdilerdeki kadar da suni, görüntü sağlayıcı ama o denlide sağlığımıza zararlı katkı maddeleri kullanılmamaktaydı çocukluğumda. Günümüzde yoğurtlarda raf ömrünü uzatmak ve üst yüzeyinin sarı rengi alması için kullanılan tüm katkı maddelerinin bir şekilde sağlığımızdan bazı dengeleri götürdükleri tartışma götürmez.
Yoğurtçu Dükkanı’ ndan sonra Celal Balcı’ nın sahibi olduğu Derince Palas Oteli’ nin giriş kısmı gelirdi. Bu giriş ile Balcı’ ların Kara Fırını arasında kalan iki dükkan varmış. İlki Osman Pamurel’ in Tekel Bayii diğeri ise Hasan Küçükkeskin’ nin Bakkaliye Dükkanı imiş. Ben Kara Fırın hariç diğer iki dükkanı hatırlayamadım. Bu dükkanlardan sonra gelen kısımda önceleri, Derince’ nin ilk sineması ardından ilk kara fırını olarak hizmet veren Celal Balcı’ ya ait Ekmek Fırını yer alırdı. Celal Balcı’ nın tam 11 çocuğu varmış ama şu anda sadece Mispak Kuru Temizle Dükkanını çalıştıran kardeşi ile halihazırda altında Mobilya dükkanı bulunan iki katlı binadaki oteli Cemalettin Balcı işletmekteymiş. Sonraki yıllarda İzmit’ ten dahi ilk önce açılmış olan Mispak Kuru Temizleme dükkanı Celal Balcı’ nın binasının sokak tarafında yer alan dükkana açılmıştı. Bu dükkan hala varlığını sürdürmektedir. Burada yer alan ara sokak Fırın Sokak ismini almış, bu beni çok duygulandırdı. Biz Türklerde kalıcı şeylere karşı adeta duyarsızlık ve kayıtsızlık derecesine varmış bir ilgisizlik ve ihanet vardır. Bunda sürekli gelişen ve değişen çevre koşullarının payı ne derecedir bilmiyorum ama sokak, cadde ve semt isimleri sürekli değiştirilir. Oluşumuna sebep olmuş ve katkı sağlamış kişi, kurum yada olaylar değil de nedense bireylerin isimleri verilir sokak, cadde ve mahallelerimize. Sonra zaman akıp gider ve bir sonraki gelenler kendi siyasi eğilim, inanç yada bazı yüzeysel nedenlerle başka kişilerin isimlerini verirler ve her şey sürekli değişir. Örneğin benim gibi geçmişten sadece çok yakın bir zaman diliminden söz edecek insanlar yada bunun muhabbetini yapacak olanlar sözünü ettikleri sokak, cadde yada semtleri tanımlamada zorluk çekerler. Fırın Sokak adı beni kolayca tatlı anılara sürükleyivermişti. 1986larda çanta sırtta Avrupa’ da dolaşırken adreslerinden arkadaşlarımı bulmuştum. Ve hala aynı adres ve sokak isimleri geçerliğini korumakta ve mektuplar ilgili adrese ulaşmaktadır.
Fırın Sokak’ ın hemen güney tarafında yer alan iki katlı, yığma tuğlalı bina Cici Berber’ in sahibi Lütfü Özkan’ a aitmiş. Bunu ben geçenlerde yaptığım sohbette öğrendim. Binanın altında iki dükkan vardı. Sokağa bitişik olan dükkan Tevfik Çantalı’ nın Kitap ve Kırtasiye dükkanıydı. Kapısı ön tarafta ve tam orta yerdeydi. Tezgahlarda kapıdan girildiğinde ters U şeklinde dizilmişti. Tüm ders kitabı ve kırtasiye ihtiyaçlarımız buradan temin edilirdi. İki oğlu vardı Mete ve Arif. Çantalı’ nın dükkanının yanında bir Manav Dükkanı ve bunun yanında da Musa Şentürk’ ün Bakkaliye dükkanı varmış. Ben sadece köşede yer alan Niyazi Can’ a ait ayakkabıcı dükkanını hatırlıyorum. Çok sonraları bu kısıma yapılan yeni binadan sonra zemin katı pasaj haline getirilmişti. Niyazi Can’ ın dükkanından sonra dördüncü ara sokak gelirdi. Köşedeki bina iki katlıydı ve üst kata arka tarafta olan merdivenden çıkılırdı. uzun yıllar bu üst kat Kulüp olarak işletilmiş. sahibi de Moskof Ahmet lakaplı birisiymiş. Bu sokakta babamın iş arkadaşının sonradan açtığı elektrikli aletler bakım ve tamir dükkanı vardı. Bana bir ağaç yakma aleti yapmıştı. Bununla babamın hazırladığı tahta plakalar üzerine çizdiğim resimleri yakardım. Bobinajcı olmalıydı, bu dükkanın yanında başka dükkanlarda vardı ama tüm bunlar çok sonraki yıllarda gelişmişti.
Dördüncü ara sokağın güney tarafında yer alan ilk dükkan kime aitti bilmiyorum. Söylenen Hasan can’ nın ayakkabı tamir dükkanıymış. Bir sonraki dükkan Kaşkaldere de oturan Hilmi Keskin’ nin Fotoğraf Stüdyosu idi. İsmi de Foto Palet’ ti. Foto Hilmi ikinci dükkanını aynı isimle İstasyon camisi’ nin doğu tarafına yapılan binanın alt katına açmıştı ve o yıllara göre en görkemli fotoğraf atölyesiydi. Hilmi’ nin yanında, uzun zamandır Eski 15. Kolordu Binası karşısında dükkanı olan Necat Keskin çırak olarak çalışırdı. Foto Palet’ in bir altında Yoğurtçu Yörük hasan’ nın dükkanı varmış. Bir aşağıda ise, Ali Balcı’ nın soraları açtığı küçük bir dükkan vardı. Çakmak ve benzeri şeyler satar aynı zamanda çakmak tamiri ve gaz dolum işi yapardı. İşleri gelişince oda dükkanını eski PTT sokağına, sokağın güney tarafında bir dükkana taşımıştı. Yağcı Veli’ nin saat dükkanı haline gelen dükkanın karşısında Totocu Fahri Özel’ in dükkanı vardı. Yağcı Veli Amca’ nın iki oğlu bir kızı vardı galiba. Küçük oğlu Ekrem çalıştırmaya başlamıştı. Büyük oğlu değişik bir tipti, biraz havai ve uçuktu galiba, sonraları ortalardan kaybolmuştu. babam Veli Amca’ dan bana iki saat almıştı aralıklı yıllarla. Ama Veli Amca’ nın Saatçi Dükkanı sonraki yıllara denk düşer. Veli Amca’ nın dükkanından sonra Köfteci Mustafa’ nın dükkanı yer alırmış. Besim Kıt’ ın Bakkaliye Dükkanı’ nı hatırlıyorum. Köşedeki dükkandan önceki dükkanın vitrin camlarında Van Der Zee Deniz Acenteliği yazardı ve çoğunlukla dükkan boştu. Tozlar birikirdi vitrinlerine. Köşede Tuhafiye benzeri şeyler satan dükkanı hatırlar gibiyim. Dükkanı Şefik Erbay işletmekteymiş. Ama bu dükkandan bizim ailenin alış veriş yaptığı hiç hatırlamıyorum.
Beşinci ara sokak biraz ilginçti. Sokağı döner dönmez harika bahçeli bir ev vardı. Evden sonra gelen bahçeye sonraki yıllarda bina yapılmış ve zemin katı dükkan olarak kullanılmaya başlamış ve bazı dükkanlar açılmıştı ama burada yer alan dükkanlar Çarşı’ da yer alan dükkanlara göre pek işlememişti. Güney tarafta ise Derince’ nin neredeyse ilk seyyar iğnecisi ve Nalbur Dükkanı sahibi Fevzi Büyük’ ün binası ve altında nalburiye Dükkanı vardı. İğneci Fevzi Amca deriden iğne çantası ile azmı gelmişti bizim eve. Bir bisikleti vardı, onunla dolaşırdı. Şırınga ve iğneler kaynar suda kaynatılır sonra iğne yapılırdı. Fevzi Amca’ nın iki oğlu vardı, Şinasi ve Şemsettin. Fevzi Amca’ nın Nalburiye Dükkanı hala varlığını sürdürmektedir. Bu ara sokak biraz ileride batı tarafta sola doğru kıvrılır, Eski Limayolu’ ndan gelen yolla ve PTT binasının batı tarafına çıkan ara sokakla birleşirdi. Fevzi Amca’ nın parselinden hemen sonra gelen başka bir ara sokakta vardı. Bu sokakta Altıncı sokağı keserek PTT sokağına çıkardı. Arada kalan iki ada bize çok hoş gelirdi. Bu ara sokaklarda ilk zamanlar üç tekerlekli bisikletlerle çok hoş vakit geçirirdik, zamanla iki tekerlekli bisikletler kullanmaya başladığımızda bu aralarda dolaşmak zevk vermemeye başlamıştı. Altıncı sokak ile yedinci sokak arsında yer alan binada büyük bir kahvehane vardı. Sonraları buraya yapılan binanın altı tamamen Yapı ve Kredi bankası Derince Şubesi tarafından kiralanmış ve uzun yıllar hizmette kalmıştı. Şimdilerde bu banka şubesi nerededir bilmiyorum. Yedinci sokakta anılarda başka izler bırakmıştır çoğumuza. Nedeni ise bu sokak içinde, güney tarafta yer alan tek katlı binanın bodrumunda çalışan İrfan Amca’ nın Kiralık Bisiklet Dükkanı idi. Bu sokağı sağlı sollu kiralık bisikletler dizilirdi. Büyükten küçüğe sıra sıra, üç tekerli olanlardan küçük iki tekerlilere ve boy boy yetişkin bisikletlerine kadar her tür bisiklet vardı. İrfan Amca’ nın bodrum kapısına yada duvara astığı büyük bir saati vardı. Başlangıç ve bitiş saatleri ile kiralayanın adı yazılırdı kağıt yada karton parçalarına ve duvara asılırdı. Binada ufak boylu bir adam otururdu. mavi gözlü, cicimi cici, yine mavi gözlü, kıvır kıvır sarı saçları olan bir kızı vardı. Sonraki yıllarda büyümüş ve Foto Hilmi ile Kocaeli Gazetesini açtığı Kral ve Kraliçe yarışmasında Kraliçe seçilmişti galiba, ada babası gibi ufak boylu olmuştu. Bu sokağın güney tarafı sokak köşesinden itibaren şu şekildeydi. İlk dükkan Lütfü Özkan’ nin Cici Berber dükkanı, yanındaki dükkan Köfteci Sabahattin Duray’ ın Köfte Salonu idi.. Çok sonraları yanına balıkçı ve ayakkabıcı dükkanı da açılmıştı. daha sonraki yıllarda ise ayakkabı dükkanının yanında yer alan arsaya bir bina yapılmıştı ve alta katı pasaj haline getirilmişti. Depremde bu bina yıkılmış. Sonraları bu pasaj kapatılmış iki sokaktan kapıları olan tek bir dükkan haline dönüştürülmüştü. Binbir çeşit eşya satan dükkana benzerdi, neredeyse herşey vardı. Memduh Bey’ in dükkanı olmalıydı. PTT sokağına doğru berber dükkanından sonra başka bir dükkan daha vardı, ilk zamanlar ne dükkanı idi hatırlamıyorum ama sonraları Kuşlar’ dan Abidin Kuş buraya elektrikli ev aletleri satan bir dükkan açmıştı. Köşedeki iki katlı, üst katının yarısı teras olan binanın alt katındaki dükkan ise Atom’ un İçkili Lokanta’ sıydı. Bir yeğeni vardı uçuk kaçıktı ama bir şekilde İngilice öğrenmişti. Limana gelen gemilerle çarşıdaki hareketlilik artardı. Gemiciler ve denizciler meyhaneler doluşurlar yada alışveriş yaparlardı. Atom da kendiliğinden ve doğal çevirmenleri. Yabancılarla dolaştığında ne özenirdim bende bir yabancı dil bileyim, gemici olup diğer diyarlara gideyim diye ne rüyalar kurardım. Nasıl öğrenecek, kim öğretecekti bana İngiliceyi?
PTT sokağı’ nın kuzey tarafında Atom’ un Meyhansi’ nden sonra Özden İnce’ nin Soba ve Bisiklet satan dükkanı varmış. Menduh Çorabay’ ın Tuhafiye dükkanı vardı. Sonraki dükkan Berber Mustafa’ nın dükkanıymış. Burada olan Kasap Dükkanı’ nı hiç hatırlamıyorum. En son PTT’ den önce sokak köşesinde olan Özden İnce’ nin işlettiği Tekel Bayiliği’ ni oldukça net hatırlıyorum. Ancak ilerleyen yıllarda bu tarafta kalan dükkanlara uzun süre boş kalacaktı.
PTT Sokağı’ nın güney tarafta ise ilk dükkan Simitçi Fırını idi ve halada aynı mesleği icra etmekteler. Fırından önce burada bir Köfteci dükkanı varmış. Fırının bitişiği iki taraftan kapısı olan Derince’ nin en eski kahvehanelerinden biri yer alırdı. Bu kahveyi Hakkı Amca çalıştırırmış. İstasyon Kahvesi ile bu kahve hala varlıklarını sürdürmekteler. Ancak bana aktaranlar hatırlattılar, bu kahvehanenin yerinde çok önceleri Yorgancı Hasan’ nın Yorgancı Dükkanı varmış. Terzi Reşit’ in dükkanı ile Silo Müdürü’ nün oğlunun işettiği Bakkaliye yanyanaymış. Ali Balcı’ nın buraya dükkanını taşıması çok sonraki yıllara denk düşmektedir. Sonra bir Telel Bayii vardı. Tekel Bayiinin yanında Manufaturacı Cemal Alemdar’ in dükkanı vardı. Bundan sonra bir terzi dükkanı ve en son olarak ta yine bir kumaş dükkanı vardı. Altıncı sokak yani PTT sokağı ile İstasyon bahçesine bitik ara sokağı arasında kalan kısım PTT binası doğusunda yer alan ara sokak ile doğal halde bir ada gibiydi. Batı köşesinde depo olarak kullanılan dükkanlar vardı ama güney tarafa dönülünce burada yer alan başka kahvehaneye rastlardınız. Kahvenin bir kısım masa ve sandalyeleri İstasyon’ nun bahçe duvarı tarafına dizilirdi. Yazın ağaç gölgeleri altında, üfül üfül tavla oynanırdı. Bu zevke bende eriştim ve yaşım kahvelere girme yaşını aştıktan sonra bu sokakta arkadaşlarla bende çok tavla oynadım. Simitçi Fırını’ nın güney köşesinde bir Berber Dükkanı vardı galiba Abdurrahman Amca’ nın bir oğlu bu dükkanı işletirdi. Bu sokağın batı köşesinin güney ucunda TDD İşletmesi’ nin Revir Binası’ na giden bir ara sokak vardı. Revir’ de işçi eş ve çocuklarının Salı günleri muayene ve bakım işi yapılırdı. Muayene ve ilaç nedeni ile annemin eşliğinde az mı ziyaret etmiştik bu Revir’ i. Eski İstasyon, Revir’ in yer aldığı bina ve bu binanın hemen batı tarafında başlayan ağaçtan barak tipi İşçi yada Memur Konutları varlıklarını hala sürdürmekteler.
Eski istasyon ve eklentileri, Çarşı’ nın güney ucunda bulunmaktadır. Demiryolunun geçişi esnasında Almanlar tarafından 1890larda yapılıdığı bilinmektedir. Ama her şeyi öyle mükemmel yapmışlar ki adeta o günlerden adeta bugünkü gereksinmelerin neler olabileceğini düşünerek planlamışlar tüm çevresini ve eklenti binalarını. İstasyon binasının ve eklentilerinin ön cepheleri demiryolu hatlarına yani güneye bakacak şekilde yapılmış. Demiryolu’ nun manevra hatları Cımbızdere köprüsünün bulunduğu ve bir zamanlar Makasbaşı denilen bölgenden başlayıp ta batıda Liman ve Deniz Birliğine giden yola kadar olan alan içersinde yapılmış. Liman bölgesine giden manevra hatları ise Travers Fabrikası’ nın batı tarafında ayrılıp belli bir eğimle devam etmektedir. Bu alanın kuzey tarafında Travers Fabrikası ile Eski Limanyolu’ nun kıvrımı arasında kalan alana da İstasyon Binası ile eklentileri, İşçi ve Memur Lojmanları ve Park yerleştirilmiş. İstasyon Binası’ nın batı tarafında kalan geniş oda Bekelem Salonu idi. kapısı güney-batı köşesindeydi ve içersinde tam ortada ağaçtan yumurta biçimi bir bank vardı. Diğer oturaklar ise ise diğer duvarların önüne dizilmişti. Bilet Gişesi ise hemen doğu tarafta yer alırdı. Doğu tarafta yer alan odalarda kondüktör, makasçı ve hatları yöneten idareciler görev yaparlardı. Bu sahaya bisikletle girmek yasak olmasına rağmen biz çocuklar İrfan Amca’ nın kiralık bisikletleri ile sürekli girerdik. İzmit’ ten okul dönüşlerini bazen trenle yapar buradan yürüyerek eve giderdim. Çok sonraki yıllarda Turgut Reis İlkokulu arkasına yapılan yeni İstasyon Binası inşa edildi. Yapım tarihi 1971 yılıymış. Neden yenisi yapıldı anlamak olanaksız. Tıpkı Tütünçiftlik ve diğer yerlerde olduğu ve son yıllarda İzmit Merkezde tekrarlandığı üzere bu geçmişe ait hazineler kaderlerine terk edildi. Eminim ki bu binaların içleri değişen koşullara ve gereksinmelere göre modernize edilebilir ve kullanılabilirdi. Yenilerinin yapılmış olması da bu binaların kaderlerine terk edilerek kendi hallerine bırakılmaları ise başka bir umarsızlık ve duyarsızlıktır. Buralar çeşitli amaçlarla kullanılabilir, özellikleri korunması koşulları ile kiralanabilir, Cafe, Çayocağı, Yerel Müze, Kültürel Mekan gibi ne bileyim düşünülürse eğer bir çok amaç için kullanılabilirdi. Ama görüntüleme yaparken gördüm ki Tütünçiftlik, Köseköy ve en son İzmit Merkez İstasyonları çürümeye terk edilmişler. Her üç istasyon binası ve eklentilerinin resimlerini çekerken içim burkuldu. Belleğimin arkasında 1986larda Almanya Heidelberg şehrini, tepeden şehrin en eski kalesinin bahçesinden seyrederken, yanımda bulunan arkadaşım Michael Lammel’ e şaşkınlıkla sormuş olduğum soruya verdiği cevabı yankılanıyordu. Nasıl oluyor da şehrin görüntüsü böyle 18 yada 19. Yüzyıl görüntüsünde kalabilmiş diye hayretle sormuştum. Şehrin galiba batı tarafında eski köprülerle bölünmüş nehir usul usul akıyordu, arakamızda ulu ağaçlar, mekan Romalılardan kalma bir kale kalıntısı ve önümüzde Heidelberg şehrinin genel görüntüsü. Arkadaşım, II. Dünya Savaşı’ nda Heildeberg’ in en fazla bomba alan bir kent olduğunu ve taş üzerinde taş kalmadığını ama yeniden yapılanma ve toparlanmaz zamanında şehrin gazete ve kartpostallarda kalen resimlerine bakılarak tekrar eskisin aynısı şeklinde kurulduğunu söylemişti. Binaların içleri zamanın gereklerine ve koşullarına göre düzenlendiğini ama dış yüzeylerinin ve mimarisinin asla bozulmasına izin verilmediğini belirtti. Bakımsız ve boyasız hiç bir bina yoktu.
İstasyon Binasının arka tarafında büyük ağaçların yer aldığı çiçekli ve bakımlı bir bahçesi vardı. Yan tarafta, yani doğu köşesinde yer alan ve etrafı beton çitle kapatılmış bahçesi ise park gibiydi adeta. Bu bahçe ile daha doğu tarafta yer alan ve uzun yıllar Revir ve Doktor Binası olarak kullanılan binada şu anda terk edilmiş durumda. Çocukluğumda bu binada işçi eş ve çocukları az mı muayene için gelmiş, bekleme salonunda sırasını beklemiş yada ilaç yazdırmak için çile doldurmuştu. Bizlere burada hangi doktorların hizmet ettiğini şu an bilmiyorum. Revir Binası’ ndan sonra doğuya doğru güney ve kuzey tarafları çitle çevrilmiş lojmanlar yer alırdı. WC ise demiryolu tarafındaydı. WC binasından sonra daha doğu tarafta Puantörlük ve diğer DDY İdari Binaları yer alırdı. Çocukluğumda bu Puvantörlük kelimesini bir türlü telaffuz edemez ve anlamını sökemezdim. Onu da yıllar sonra Fransızca öğrenirken ve yıllar içersinde Dilimize etki eden diğer diller konusunda yazılmış kitapları okuyunca öğrendim ki Fransızca aslından bozularak Türkçeleştirilmiş bir kelimeymiş. Türkçe’ ye Fransızca’ dan geçen ama aslı Latince olan Point: puan ve bundan Türetilmiş Pointeur: puantör kelimesine lük eki getirilerek oluşturulmuş.
İstasyon Binası’ nın doğu tarafında düzenlendiği zamanların gereksinme ve olanakları göz önünde tutulursa, mükemmel denilebilecek bir park vardı. Şuanda Derince Belediye’ sinin önce tam ortasına ilkin Belediye Düğün Salonu ve Sosyal Tesisi olarak yaptırdığı binaya depremden sonra eklenen Belediye Binası parkın ortasına saplanmış bir hançer gibi duruyor. Çocukluğumda dahi ağaçların ulu ve oldukça geniş olduğu bu park özel gezinti araları, süs ağaçları, çiçekleri ile cennetten bir köşe gibiydi. Yıllar içersinde yapılan çeşitli düzenlemelerle park neredeyse yarı taşlaştırılmış bir vaziyette, içinde yer alan özel süs bitkilerinden arındırılmış bir konuma sokulmuş. O zamanlar parkın üç giriş kapısı vardı. Birincisi İstasyon kahvehanesi’ nin ve İstasyon bahçesinin içersinden olan yol, diğeri parkın ortalarına denk gelen ama demiryolu tarafında olan kapısı ve şu anki yeni istasyon binası tarafında, o zamanlar Turgut Reis İlkokulu’ nun bahçesinin kıyısında olan kapısı. Parkta İrfan Amca’ nın bisikletleri ile tur atmak yada aylak aylak dolaşmak benim için büyük ayrıcalıktı. Bazen de fıstık çamlarının kozalaklarını taşlayıp fıstık toplamaya çalışırdık arkadaşlarla yada yalnız başıma. Ağaçlar bize göre yüksek, kollarımız ise bu yükseklikte bulunan kozalakları vurabilecek kuvvette değildi ama yinede bazen şansımız yaver gidiyordu. Ağaçların tepelerinde bize göre birbirlerine kur yapan üveyik yada güvercinlerin serenatları gizemleri bir ormandaymış duygularını uyandırdı bizlerde.
Parkın en çok tam ortasında yer alan havuz başı mutlu ederdi beni. Bu havuz uzun yıllar varlığı korudu. Sonraki yıllarda bu havuz başının etrafına yapılan çay bahçesi yada düğün salonu düzenlemesi ile oldukça tutulan bir mekan olmuştu. Bir tür halk konserleri sergilenirdi hafta sonları. Şarkıcılar icra ederdi mesleklerini, beğenilen şarkılar sahibi bilinmiyormuşçasına söylenirdi. Sinemalardan eğlencelerinden sonra, şarkıcıların eğlendirmesi kabul görmekteydi. Grup oluşturan insanlar vardı, birde genellikle şarkı söyleyen bir bayan. Düğünlerde yada hafta sonları bazı özel yerlerde şarkılar söylerlerdi. Parkta böyle bir mekan olmuştu belli süre.
Okulun geçmişine ait ve Derince’ ye anlama kazandıran olaylarla ilgikli olarak, Okulun Müdürü Sn. Fazlı Cengiz ile yapmış olduğum söyleşide aşağıda aktaracağım bilgileri elde ettim. Aktardığına göre:
1. Dünya Savaşı yıllarında, okulun ilk müdürü şu bilgileri vermekteymiş. Demiryolu geçişinde çalışan işçiler için okulun bahçesi olan ve bugünkü yeni istasyonun kuzey tarafında kalan arsaya işçi baraka ve binaları yapılmış. Kurtuluş Savaşı zamanında yaralı askerlerin tedavi edildiği Askeri Revir olarak kullanılmış. 1922-1924 yılları arasında DDY’ nın Ambarı olarak hizmet vermiş bu baraka ve ahşap binalar. O yıllarda Derince küçücük bir köy gibiymiş. İstasyon cıvarında sadece üç dört ev, ya varmı ya yokmuş.
1924 yılında Atatürk, yaveri Cevat Abbas Paşa’ ya Balkanlar’ dan gelecek göçmenlerin Derince’ ye yerleştirilmeleri için talimat vermiş ve Cevat Abbas Paşa çalışmalarına başlamış. 1926 yılında göçmenlerin yerleştirilmeleri için yapılan çalışmaları yerinde görüp incelemek için Atatürk trenle Derince’ ye gelmiş ve Cevat Abbas Paşa’ dan bilgiler almış. Atatürk’ ü elinde çiçeklerle karşılayan bir kız çocuğuna, Atatürk, okula gidip gitmediğini sorunca, kız çocuğundan gidilecek bir okulun bulunmadığı cevabını almış. Atatürk, Cevat Abbas Paşa’ dan, köşkünün boşaltılarak derhal ilkokula dönüştürülmesi yönünde talimat vermiş. Böylece Derince’ nin ilk ve yegane ilkokulu Cevat Abbas Paşa’ nın boşaltılan Köşk’ ünde açılmış.
Sonraları, Cevat Abbas Paşa Köşk’ ünde yer alan okul, şu anki Turgut Reis İlkokulu’ nun arsasında DDY işçileri için yapılmış olan baraka ve ahşap binalara taşınmış. Bu binaların yerine sonraki yıllarda yapılan okul binası şu anda terk edilmiş durumda yerinde durmaktadır. Okulda Müdürlük görevi yapmış kişilerin isimlerini, şu anda görev yapan okul müdürü Sn. Fazlı Cengiz şöyle sıraladı; Hüseyin Yiş, Mehmet Aydın ve Cevat Kaya.
İlk binanın alt katı tamamen kahveydi. tabanı yanık tağ ile yağlanmış, ağaç döşemeliydi. Bu kahveye daha çok memurlar otururdu. Sonraki yıllarda üst katını da kulüp haline getirmişlerdi. Yol tarafında yer alan bahçesinin buraya tahtadan bir tür asma geçiş köprüsü yapılmıştı. Kahveyi Beytullah Efendi işletirmiş. Çocuklarının adları Cengiz, Oktay ve Salim’ miş. Bitişikteki dükkan Şekerci Bayram’ ın Şekerci Dükkanı idi. Neredeyse tüm Derinceliler bayram şekerlerini ve lokumlarını bu dükkandan temin ederlerdi. Dükkana girilince tezgah kuzey duvarına yanaşıktı ve güney duvarında ise raflarda şeçitli şeker ve çikolatalar sergilenirdi. Tezgahın üzerinde yer alan kavanozlarda renk renk şekerlemeler, lokumlar ve çikolatalar olurdu. Bu dükkana bayram araefeleri anne-babamla gitmek adeta bir ayrıcalıktı giden için. Hem şekerleri seyretme olanağı elde ederdi hemde istediği diğer tür lokum yada şekerden aldırabilirdi. Şekercinin yanında Karslı’ nın berber dükkanı açılmıştı. İlk işletenler kimlerdi bilmiyorum ama burada da çok saç tıraşı olduğumu hatırlıyorum. Sonraki tek katlı ve oldukça geniş binada Tatar Zihni’ nin Kahvehanesi vardı. Kahvenin yanında yer alan fırın binası ilk yıllarda galiba Jandarma Binası olarak kullanılmış ve sonraları fırın açılmış. Çarşı’ da yer alan üçüncü fırındı buraya açılan fırın. Geçilmesi adeta zor dar ara sokağın köşesindeki dükkan tatarlardan Sabahattin Amca’ nınmış. Terzi Vecdi’ nin ilişkileri bu terzi amca ile pek hoş değildi. Galiba aralarında bir tatsızlık ve münakaşa geçmişti ve ben çıraklık yaparken sürekli olarak adı geçtiğinde küfrederdi.
Ara sokaktan sonra ilk dükkan ilk yıllarda meyhaneymiş. Daha sonraları ise şekerci dükkanı olmuştu. Bu şekercinin yanında yer alan dükkan ise Hacet Amca’ nın İpragaz LPG dükkanıydı. Hacet Amca’ nın bir kızı ve oğlu olduğunu hatırlıyorum. Dükkanın seviyesi Çarşı’ ya kıyasla daha aşağıda kalmıştı sanki ve basamaklarla iniliyordu dükkana. Hacet Amca’^nın dükkanından sonra Kaşkaldere’ de oturan ve belkide en eski fotoğrafçılardan olan Osman Sivri’ nin Fotoğraf Atölyesi yer alırdı. Osman Amca sanki yalnız çalışırdı. Yardımcısı olduğunu yada çanında çırak çalıştırdığını hatırlamıyorum. Dükkanın kapısı ortadandı ve her iki tarafta vitrin yer alırdı. Vitrinde de çekmiş olduğu resimlerden örnekler yer alırdı. Osman amca aile resimleri çekerdi ve seyyarda çalışırdı. Aile ve düğün resimleri çekmek için istenilen mekana gider işini yapar ve diğerine giderdi. Sırtında taşıdığı üçayakla nasıl uzun yolları katederdi bilmiyorum ama bizim aile fotoğraflarının çoğunu yere yerleştirdiği bu üç ayak üzerine bağladığı makinası ile çekerdi. Osman Amca’ nın heme bitişiğinde ise Ali Küçük’ ün Bakkal Dükkanı vardı. Çocuklarının isimleri Mustafa ve Kadir’ miş. Sonraki binada ise İsmail Amca’ nın Rize Palas Oteli varmış. Bu bina yerine yapılan yeni binaya Akbank Derince Şubesi taşınmıştı. Sonraları bina ve yeri Akbank’ ın mülkü olmuş. Ara sıkışmış yani iki bina arasında kalan yerede muhtarlık yapılmıştı. Burası hala varlığını korumaktadır. Sonraki yerde ise Gazoz İmalathanesi vardı. Sahibi Ömer Amca imiş. Kadir ve Veysel isimli iki oğlu varmış. Sokak köşesinde kalan iki katlı bina hala aynı şekilde durmaktadır. Bu binanın alt katında İrfan Toplu’ nun Tekel Bayii varmış. Bu bina çok sonraları Çankırlıların Çerez Dükkanı oldu ve aynı çerez dükkanı hala çalışmaktadır. Binanın sokak tarafındaki dükkanı Macır Mahallesi’ nden Ahmet Cambaz Zahireci olarak çalıştırmaktaydı. Zahireciden önceki dükkan ise Ahmet Karakaş’ a ait Bakkaliye dükkanıymış. Sokak içinde yer alan Nalburiye Dükkanı’ nı ise yıllar sonra açmışlardı.
Günümüzdeki ismi Gonca Sokak olan İkinci ara sokak ileride doğu tarafta ortalarda kuzeye doğru döner ve Domuş Durağı’ na bağlanırdı ve diğer ucu ise devam eder ta Cımbız Dere’ ye dek uzanırdı. Bu sokağın kuzey tarafında ilk zamanlar pek dükkan yoktu. Buraların dükkan haline dönüşmesi işse çok sonraki yıllara rastlar. Ama kuzey tarafta, çarşı ile sokak köşesinde ilk dükkan Cevdet Dağlar’ ın Kasap dükkanıydı. sonraki arsa bahçeydi ama daha doğu tarafta ise Şişko Mustafa (Kuş) ‘un Manifatura dükkanı vardı. Oğlunun ismi Haşim olmalıydı. Şişko Mustafa’ nın dükanının yanında ise Hacı Amca’ nın Bakkal Dükkanı ve binanın üst katında Kuran Kursu vardı. Kuran kursu ikinci kattaydı ama bir tür yüksek çatı yapılmış üst katı teras gibiydi. Yazları terasa çıkılırdı yada abdesler çatıd alınırdı. Bir iki sene bu Kuran Kursu’ na devam ettiğimi hatırlıyorum. Cevdet Amca’ nın Kasap Dükkanı’ nın bitişiği Saatçi Muzaffer Sandalcı’ nın dükkanıydı. Muzaffer Amca aile dostumuzdu ve bu dostluk uzun yıllar sürmüştür. Kendisini pek severdim. Hoş sohbet, lafının ve sözünün ağırlığı olan ve kendini severek dinletmesini bilen, bilgili ve oldukça zeki bir insandı. İlkin saat tamiratı ile işini geliştirmiş sonraları dikiş makinaları, elektrikli ev aletleri ve beyaz eşya da satmaya başlamıştı. Ama saat tamir işini hiç terketmemişti. Gözleri iyice yoruluncaya ve elleri iş yapamayacak derecede titremeye başlayıncaya kadar mesleğini aynı dükkanda sürdürmüştü. Vakit buldukça kendisini ziyaret ederdim. Zaman içinde büyük oğlu Metin ve Küçük oğlu Mehmet ile de iyi dost ve arkadaş olmuştuk. Mesleğini büyük oğlu devam ettirmişti. Küçük oğlu Mehmet okumuş mühendis olmuştu ama oda sanırım yine serbest olarak baba mesleğini sürdürmekte. Bir kzı evliydi yada sonradan evlenmişti ama kuçuk kızı Nilüfer okumuştu. Yıllar sonra Eski Mezarlık’ ın kuzey tarafında bir yerden arsa almıştı. Buraya bir kaç katlı bir ev yaptırıp taşınmıştı. Ev yaptırmadan önce bahçenin etrafını tel örgü ile çevirmiş ve içine meyve ağaçları dikmişti. Daha önceleri Eski Limayolu’ nun doğu tarafında yer alan Dördüncü Sokak’ ta otururlardı. Buradaki evleri de iki katlı ve etrafı meyve ağaçları ile çevrili bir evdi. Evlerini çok beğenirdim. bahçede dut ve kiraz ağaçları vardı.
Muzaffer Amca’ nın dükkanının bitişiğinde yer alan dükkan Yüncü Teyze’ nin Trikotaj Dükkanı’ idi. Eşi ile birlikte burada çalışır piyasaya istek üzerine her çeşit kazak ve hırka örerdi. Bir oğlunun ismi Süleyman Karakaş’ tı ve Çenesuyu-Kaşık’ ın arkasında baraka tipi bir yeri vardı, burada su kabı ve benzeri şeyler satardı. Çenesuyu’ nun çevre düzenlemesi sonrası etrafta yer alan bu tür mekanlar kaldırılınca onunda mekanı kaldırılmış oldu. Sonraları Hanis Günaydın Amca’ nın küçük oğlu Yüksel’ in Elektrikçi dükkanı olarak çalıştığı dükkan ilk zamanlar kimin tarafından çalıştırılıyordu bilmiyorum.
Bir altta yer alan çıkmaz sokağın her iki tarafında ilave dükkanlar vardı. Bu çıkmaz sokağın ismi günümüzde Şemseddin Sokak’ tır. Kuzey tarafta yer alan bina tek katlıydı ama çıkmaların altında sıralanmış direkleri vardı. Çarşı tarafındada cephesi olan dükannın kahvehane olarak işletildiğini hatırlıyorum. Galiba daha önceleri lokantaymış. Birde Berber Edip’ in dükkanı varmış. Güney tarafta yer alan ilk dükkanlarında kime ait olduklarını hatırlamıyorum. Ama Çarşı tarafta köşede yer alan dükkanı çok sonraları İstasyon Camisi’ nin imamı Osman Hoca çalıştırıyordu. Kitap ve Kırtasiye Dükkanı açmıştı. Hoca’ nın çok çocuğu vardı. Bunlardan birisi erkekti galiba ve o bu dükkanı çalıştırmaya devam etti. Sonra İzmit’ e taşındılar ve Çınarlı Cami’ nin bulunduğu yere, cadde üzerine açtılar dükkanı ama sonraları bu mesleği sürdürdümü bilmiyorum. Tatar Sadık Çolpan Amca’ nın Pastanesi geliyordu bir alt tarafta. Bir oğlu Embiya ve üç kızı vardı. Galiba hiç birisi evlenmedi çocuklarından. Bu pastahane ile ilişkimde çok eskilere dayanır. Poğaça ile limon içerdim. Kapısı güney taraftandı ve kuzey tarafta vitrin ve buzdolabı vardı. Masalarda arka tarafa yani güney köşesine dizilmişlerdi. Tezgah ile kasası kapıdan girince kuzey duvarının önündeydi ilk zamanlar, sonralarını hatırlamıyorum. Sadık Amca’ nın pastanesinin bir alt tarafında vaktiyle Enver-Hudisi Çolpan’ ın babaları ilkin camcılık yapıyormuş. Sonra dükkanı ikiye ayırıp bir tarafta camcılık diğer tarafta ise zahire satmaya başlamış. Sanki camcı ve zahireci dükkanlarını hayal meyal hatırlar gibiyim. Anca net hatırladığım iki kardeşin ilk zamanlar barış içersinde ayakkabıcı dükkanını işletmeleri. Babam ayakkabılarımızı, oda çoğunlukla bayramlarda yada okul mevsiminin başlangıçlarında bu dükkandan alırdı. Sonraları aralarında bir anlaşmazlık çıkmıştı da dükkanı eskisi gibi ortadan ikiye bölmüşler iki dükkan olmuştu. Hudisi Amca çok asabi ve çabuk parlayan yapıda birisiydi. Enver daha yumuşak huylu ve uzlaşıcı yapıdaydı. Bu dükkandan sonra Astsubay Ali Osman Kaplan’ nın ilkin elektrikçi dükkanı olarak çalıştırdığı dükkan vardı. Bu dükkan da daha önceleri kahvehaneymiş. Ali Amca işleri geliştikçe malzeme çeşidini beyaz eşyaya döndürmüştü. Galiba AEG Bayisi olmuştu. Ali Amca’ nın iki kızı bir oğlu vardı. Oğlu benim adaşımdı. Büyük kızını evlendirmiş ve damadı da sonraları dükkana ortak olmuştu. Oğluda dükkanda çalışıyordu.
Ali Osman Kaplan’ ın dükkanından sonra bir ara sokak vardı ama bu sokak çıkmaz sokaktı. Şimdilerde bu sokağın ismi Rıza Bey Sokak. Arka tarafı istasyon Parkı’ nın duvardın da bitiyordu. Köşede yer alan dükkan ilk zamanlar meyhaneymiş. Daha sonraları Haydar Karakoç buraya Tuhafiye ve Züccaciye Dükkanı açmış. Daha sonraları ise buraya Nihat Kuş ile Ahmet Kasımay yanyana tuhafiye dükkanları açmışlar. Bunun yanında Beytullah Çolpna’ nuın Bakkal ve Tuhafiye Dükkanı varmış. Terzi Mustafa Çelikkol’ un dükkanı ne zaman vardı bunu hatırlamıyorum. Ama Mehmet Meriçli Amca’ nın Ayakkabıcı Dükkanı’ nı çok iyi hatırlarım. Mehmet Amcalar yukarıda, Elektrik Trafosu altında otururdu. Evleri Trafo’ nun doğu tarafında her iki sokağın arasında yer alan büyük bir arsanın kuzey köşesinde yer alırdı. Evleri iki katlıydı ve çocukluğumda ziyaret ettiğim evlerden en fazla beğendiğim evdi. Mehmet Amca’ nın iki kızı ve iki oğlu vardı. Büyük kızı Derince İş Bankası şubesinde çalışmaya başlamıştı sonraki yıllarda. Büyük oğlu Neclet ve ve küçük oğlu Necat babalarının mesleğini yürütmüşlerdi yıllarca ama sonraları bu işi bıraktılar sanırım. Eski Derince evlerini ve mekanlarını görüntülerken bahçelerinin alt tarafına yapılmış bir baraka benzeri evin balkonunda rastladım. Damadıymış yanında oturan, büyük kızının eşi. Arsalarını satmamışlar Halil Ağa ve çocukları gibi. Bak işe ne kadar yaradı, ne olacaktı satsaydım, ne kazanacaktım ki diyordu Mehmet Amca. Bak yine bir araya toplanmamıza yaradı, keşke Halil Ağa’ larda öyle yapmasalardı dedi eseflenerek. Depremde çocuklarının evleri yıkılıp zarar görünce arsaya her biri için barakalar yapmışlar. Eski ev ve müştemilatın kalıntıları hala yerli yerindeydi. Sohbet ettik, ilgi ve alaka gösterdiler, çay ikram ettiler. Anılara geri döndük yakılar sigaraların yükselen dumanları arasında. Mehmet Amca hatırladı kendimi tanıtınca. Bayramlarda mutlaka bayramlaşmaya, el öpmeye giderdik Mehmet Amca’ lara. Akrabalarımızdı uzaktan, anne tarafında. Bahçelerinin ve evlerinin görüntüsünü almama izin verdiler. Ağaçlar ve bahçenin yüzey şekli neredeyse aynıydı. Hiç bir şey bozulmamıştı adeta.
Mehmet Meriçli’ nin dükkanının yanında bir dükkan vardı. Benim hatırladığım büfe benzeri bir şeydi ama daha önceleri Berber Mehmet Aygün’ ün dükkanıymış. Sonrası ise ara sokaktı ve park duvarında biterdi sokak. Başka yere açılmaz yada bağlanmazdı. Sokak içinde ama kuzey tarafta bir Kahvehane vardı, bu kahvehane yıllar içersinde hiç değişmedi. Hamdi Toplu’ nun kahvesi. Burası yine kahvehane olarak çalıştırılıyor. Derince’ de yer alan Kahvehanelerden çoğunu ilk zamanlar tatarlar, sonraları bir kısmını Lazlar ama çoğunluğunu Gümüşhaneli’ ler çalıştırıyorlardı. Bu sokağın güney tarafında köşede yer alan dükkan ilk zamanlar Hayrettin Sütmen’ nın Lokantası’ ymış. Bunun görüntüsü belleğimde sisler arasında adeta. Ben burada sonradan açılan Konfeksiyon dükkanını hatırlıyorum açıkçası. Bu dükkan Terzi Mehmet Emin’ e aitmiş. Hem terzilik yapıyor hem de hazır giyim satıyordu galiba. Sonraki dükkan Hüseyin Bilgili’ nin Ayakkabıcı dükkanıymış. Bir alt tarafta ise Dondurmacı Şevki Amca’ nın dükkanı varmış. Bakkal Talat Çorabay’ ın Bakkal Dükkanı’ nı çok açık olarak hatırlıyorum. Belki de varlığını uzun yıllar sürdüren dükkanlardan birisidir bu bakkal dükkanı. Küçük ve dar bir mekanı vardı ama sanki diğerlerine göre daha nadir ve zor bulunan ürünleri satardı ve fiyatları da diğerleri ile karşılaştırıldığında daha yüksekçeydi. Sonraki dükkan ise Kasap Faruk’ un dükkanıymış. İstasyon Kahvehanesi hala yerinde duruyor. Bu kahvede Liman ve Travers Fabrikasında çalışan işçi ve memurlar otururdu. Ama nedense sonraları bu kahvehane Kürt kökenlilerin tercih ettiği kahvehane olmuştu. Kahve Sırrı Büyükaslan’ a aitmiş. Şimdilerde kim işletir bilmiyorum. Kahve tam köşe başında yer almaktaydı ve güney-doğu köşesinde İstasyon Parkı’ na açılan bir kapı vardı. Güney tarafında ise Eski İstasyon binası yer alırdı.
İzmit ile ulaşım, dolmuş-minibüs sistemi ortaya çıkıncaya kadar nasıl yapıldığını bilmiyorum. Benim çocukluğumda ulaşım dolmuş-minibüslerle yapılmaktaydı ve durağı da şu anki ana otobüs durağının bulunduğu yerdeydi. Minibüsler burada yer alan sokağın etrafında bekliyorlardı. Bu sokağın batı tarafında, Çarşı köşesinde kahve binasından sonra, sadece bahçeler vardı. Sancaklar’ a ait binalar çok sonraları yapıldı. İş Bankası’ nın burada şube açması da sonraki yıllara rastlar. Ama dolmuş Durağı sokağının batı köşesinde yer alan bina o zamanlar vardı, alt katında ama güneyde yer alan dükkanda bir marangoz atölyesi, kuzey tarafında ise bir lokanta ile kahvehane vardı. Bu mekanları kimlerin işlettiğini hatırlamıyorum. Üstünde ise, girişi asfalt tarafında olan Hüseyin Mete’ ye ait Ferah Palas Oteli vardı. Hüseyin Amca’ nın ikiz olan kızları ile İbrahim ve X isimli iki oğlu vardı. Hüseyin Amca’ lar Eski Limanyolu’ nda bir yerde oturuyorlardı. İbrahim ile sonraki yıllarda bir arkadaş grubunda oluşan sıkı bir dostluğumuz vardı. O sıralar kendisi elektrik döşeme işleri ile uğraşmaktaydı. Efendi, yiğit bir kişiliği vardı. Grubumuzda, Laz Ahmet Zer, Nazif, Eski Limanyolu’ ndan Kaptan’ nın oğlu Mustafa, İsmail Yalçınkaya vardı. Ama sadece İsmail bizim kahve hayatına takılmazdı. Çoğunlukla Üst Limanyolu’ nda köşede yer alan Muhtar Kadir’ in kahvesinde buluşur bir araya gelirdik.
Palas kelimesini de çok merak ederdim. Oda Latince kökenli olup, Türkçe’ ye Fransızca’ dan geçmiş. Aslı Palace: saray demek olan bu kelimeyi tüm oteller kullanmaktaydı. Adında Palas olmayan otel yok gibiydi. Tıpkı bizlerin kısaca Kahve dediğimiz mekan isimlerinin Kahvehane yada Kıraathane olmaları gibi. Özgün Türkçe ile kısaca Çayocağı yada Çayevi diyebileceğimiz bu mekanlar mutlaka bu iki isimden biris ile isimlendirilirlerdi. Kahvehane: kahveevi ve Kıraathane: okumaevi denmelerinin sebebi belki ilk ortaya çıkış evrelerinde gerçekten de amaçlarına uygun olarak işlevlerini yerine getirmelerinden dolayı idi. Kahvelerde ne kahve içilirdi ne de kitap okunurdu, yapılan iş sadece oyun kağıt ve taşları ile oynanan çeşitli zevk yada parasına oyunlardı.
Otelin asfalt tarafında yer alan dükkanlardan birisi şehirlerarası otobüslerin yazıhanesi olarak kullanılıyordu. Ama burasının yazıhane olarak kullanılması sonraki yıllara denk düşer. Çünkü ilk yazıhane, Sancaklar’ ın bugünkü çok katlı binalarından doğu tarafında yer alan binanın bulunduğu arsada yapılmış baraka yada tek katlı ev türü bir yapıda yer alıyordu. Asfaltın seviyesi de şu anda burada yer alan boş arsanın seviyesindeydi neredeyse. Seviyenin bugünkü duruma gelmesi Geçit’ in yapılma sonrası yıllarda oluşmuştur.
Dolmuş Durağı’ nın güney tarafını doğudan-batıya uzanan iki ara sokak bölmektedir. İkinci ara sokağın güneyinde yer alan binaların arkasında ise İstasyon Parkı yer almaktaydı. Her iki sokakta doğrudan Çarşı’ ya çıkıyordu ama bugünkü kadar geniş değildiler. Bu bölüm neredeyse, Mektep Sokak’ a yakın yapılmış çok katlı binalar dışında hiç bozulmadan kalmış ama bazı konutlarda terk edilmiş durumda. İstasyon parkı’ nın doğu tarafında kalan alanda ise Turgut Reis İlkokulu ve büyük bahçesi yer almaktaydı ve durum aynı özelliğini korumaktadır ama eski bina terk edilmiş ve yapılan yeni çok katlı bina hizmete girmiş. Eminin eski bina öylece kullanılmadan çürümeye bırakılacaktır.
Dolmuşlar sadece Geçit’ e kadar çalışıyorlardı. Çok sonraları, Eski Limanyolu’ na kadar, daha sonra İşaret Durağı’ na kadar ve en son da 44 Evler’ e kadar çalışmaya başladılar. Ve piyasaya otobüsler çıkmaya başlayınca da yavaş yavaş ortadan kalktılar. Hizmette olan minibüslerin modellerini hatırlıyorum. hepsi İngiliz ürünü Thames marka arabalardı. Thames adı İngiltere’ de bir nehrin adıdır. Thames’ lerin yanında Morris marka tombul minibüslerle BMC marka minibüslerde vardı ama sayıları azdı. Sonraları ithal Ford marka minibüsler ardında da yerli Ford minibüsler piyasaya çıkmıştı. Minibüs kelimesi de Türkçe’ ye İngilizce’ den geçmiş bir kelimeydi. Küçük taşıma aracı demekti. zaten dolmuş sistemini de biz Türkler icat etmişiz. Nasıl edilmesin idiki? Batılı ülkeler gibi şehirleşme ve alt yapı sistemlerini geliştirmemiş, şehirlerle diğer yerleşim yerlerini tren yada metro sistemi ile birbirine bağlamamış bir Türkiye’ de insanların bir yerden diğerine ulaştırılması nasıl sağlanabilecekti ki?
Dolmuş hattında kimlerin minibüsleri olduğunu açık bir şekilde hatırlamıyorum. Bilinen şuydu, işletenlerin çoğunluğu Lazdı. Bazen anlaşmazlık olur, ciddi kavgalar yaşanırdı, taşlar ve sopalar havalarda uçuşurdu. Bazıları arabaların sahipleri ve sürücüleriydi bazıları ise sadece şoförlük yaparlardı. Minibüslerde o zamanlarda muavinler (yardımcılar) çalışır, çığırtkanlık yapar ve ücretleri toplarlardı. İyice dolmayan araba duraktan kalkmazdı. Dolmuşların attığı döngü, İzmit’ te Eski İtfaiye Meydanı’ na giden ara sokakta yer alan Minibüs Durağı ile Derince arasında olurdu. Asfalt tarafında yer alan tek katlı üç ev ve mektep sokağının asfalt tarafında köşede yer alan yığma tuğlalı ev hala yerli yerinde durmaktadır. İşte tek katlı bu evlerden birisinde doğmuşum ben. Bu kesimde sonradan olan tek değişiklik Hüseyin Köteşli’ ye ait kereste satış deposudur. Yağcı Veli olarak tanınan ve Cuma Pazarı’ nın değişmez seyyar yağcısı, ilk sokağın batı ucunda bir evde oturmaktaydı.
Mektep Sokağı’ nın batı köşesinden Karakol Binası’ na kadar olan bölümde lojmanlar vardı ama bunların yerine çok katlı TMO lojmanları inşa edildi. karakol Binası tek katlı bir binaydı ve Cımbızdere kıyısında kalırdı. Dere ile Karakol binası arasında şu anki yol yoktu. karakolun arkasında olan sokak, çarşı’ dan ta Fırın Sokak’ tan gelen yolun devamı gibidir şuanda, ama önceleri bu kadar geniş değildi. Fakat bu sokak ta Makasbaşı’ na kadar olan kısmı da Çarşı’ ya bağlamaktaydı. Daha güneyde yer alan ve lojmanların içersinde kalan sokak ise dereden daha doğuya gitmiyordu galiba şimdi de öyledir. karakol’ un daha doğusunda yer alan asfalttan dikine sokak ise minibüs durağı olarak kullanılmaktaydı ve yol şimdiki kadar yüksekte kalmıyordu.
Bu sokak ile daha doğuda yer alan dere arasındaki bölümde çok fazla yerleşim yok gibiydi. Ama burada oturan ve Karakaş Dedelerin Kuran Kursu’ ndan arkadaş olduğumuz bazı arkadaşlar bu kesimde oturuyorlardı. Bunlardan birisi ile sonraki yıllarda, İzmit’ te Cumhuriyet Mahallesi’ nde yer alan Bahar Sitesi’ nde birlikte oturacaktık. Adı İshak’ tı. Bu mahallenin güney tarafında yani demiryolu parelelinde pek ev yoktu. Şuanda üzeri kapatılarak, kanal içersinde mahallenin doğusunda geçen dere o zamanlar açıktan akardı. Yan tarafta Çini İmalathanesi’ nin batı tarafından her sene taşıp akağını değiştirerek, demiryoluna varınca Cımbızdere ile birleşerek tek köprünün altından geçerek denize ulaşırdı. O yıllarda bu taraflarda cami yoktu ve burada yer alan cami, o zamanlar ev gibi yapılmış ve sonraları saçtan bir minare eklenmişti camiye. Adı da Makasbaşı Camisi idi. Evet bu kesime Makasbaşı Mahallesi denilirdi. Derelere şu andaki gibi kanalizasyonlar bağlanmaz ve sularına da lağım ve evsel atık suları karışmazdı. Pırıl pırıldı suları derelerin ve biz çocuklar balık tutmaya çalışırdık sıvanmış olmasına rağmen ıslanan pantolonlarımızla. Sonrada ateş yakıp kurutmaya çalışırdık ıslanan giysilerimizi.
Şu anda Makasbaşı Mahallesi’ nin demiryolu altında olan Tekfen’ nin fabrikası o yıllarda yoktu, bunu yerine bir sıra halinde arka arkaya bahçeli evler vardı. Birisinde Veli Tan’ ların ailesi, diğerinde ise Halit Altuntaşlar’ ın ailesi otururlardı. Halit Altuntaş’ ın teyze çocuğu İbrahim Altuntaş’ da burada oturmaktaydı galiba. Evlerle Çelik Sanayi arasında kalan arsa boştu ve deniz sahili Plaj olarak kullanılmaktaydı. Bu plaja çok sık geldiğimi pek hatırlamıyorum ama arkadaşlarla özellikle, Veli Tan, Halit Altuntaş ve onların arkadaşları ile bu sahilde çok oynadığımı, yada sapanlarla kuş vurmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Çelik Sanayi ve yanında yer alan Un Fabrikası benim çocukluğumda bulundukları yerde mevcuttular. Zaman içinde Çelik Sanayii Renault Fabrikasına yan sanayi parçaları üretmeye başlamıştı.
Şu anki Yeni Limayolu ve buna yakın olan birden fazla benzin istasyonlarının ortaya çıkışları son yıllara aittir. Burada ilk benzin istasyonu Aydınların yaptırdığı istasyon olmalı. Zaten eskilerde Derince sınırları içersinde hiç benzin istasyonu yoktu. İlk kurulan istasyon Kaşkaldere’ de Ethem Ciliv’ in açtığı Shell Benzin İstasyonu idi. Şimdi bu istasyonun yerinde Türkpertol benzin istasyonu olmalı.
Plaja, Çelik Sanayi ve Un Fabrikası’ na giden toprak bir yol vardı burada. Bu yolun doğu tarafı ta Çınarlı dereye kadar fundalık ve dikenlik boş bir alandı. Türkkablo Fabrikası’ nın yapılması sanırım 1965lerde gerçekleştirilmiştir. Bundan önce Türkkablo ile Makara ve Kimya fabrikalarının arasında aşağıya inen yol Petrol Ofisi’ nin ana yolu idi. Bu kapıya yakın ama demiryolunun kuzey tarafında bir iki ev vardı ama bariz hatırladığım iki katlı bir evin varlığı ve etrafında yer alan büyük ağaçlar. Petrol Ofisi’ nin ana giriş kapısı hemen demiryolu’ nun güney tarafında başlardı. Camiside kapıdan sonra sol tarafta yer alırdı. Bu camiye bayramlarda, bayram namazları için çok gitmişizdir. Galiba Ahmet Ortaç götürürdü bizleri, sadece onların vardı binek arabaları ile dolmuş-minibüsleri. Şu anki Yeni Limanyolu’ nun asfalt kenarında Bu kapıya kadar boş alanın ortasında çaprazlama bir yol oluşturulmuştu. Türkkablo A.O.’ nun batı tarafında yer alan sanayi çarşısı çok sonraları yavaş yavaş gelişti bu hale geldi. Ahmet Ortaç şöförlük yapardı Petrol ofisinde ve bir süre sonra ya istifa etmişti yada Tütünçiflik hattında çalıştırdıkları dolmuşlarla ilgilenmek için yavaş yavaş uzaklaşmıştı Petrol Ofisi’ den. Ama Mustafa Ortaç ile Sabri Ortaç kaynakçı olarak çalışmışlardı. Sabri’ nin Petrol Ofisi’ ne girişi ağbisi vasıtası ile olmalı.
Petrol Ofisi’ nin alanında bu kadar çok tank yoktu o zamanlar. Mustafa ve Sabri Ortaçlar bu tankların yapılışlarında çalışmışlardı. Derince’ li Çankırılıların çoğunluğu burada çalışmaktaydı. Bu nasıl olmuştu bunu öğrenmem gerek. Petrol Ofisi’ nin yanına yapılan Shell Tesisleri’ nin ortaya çıkışı 1960lar filan olmalı. daha sonrada Koruma Tarım İlaçları kurulmuş olmalı. Çınarlıdere kenarında yer alan uzun süre Demirel A.Ş. olarak bilinen Çelik İmalat Tesisleri ilk zamanlar ufak bir atelye gibiydi. İşleri gelişip ilerledikçe kısım kısım büyüdü. Sonraları bu firma çalışmalarına ara verdi ve üretimden çekildi.
Derince adının nereden geldiğine dair belli bir öykü bulamadım. Derince Limanı’ nın yapılış anında yada sonrasında, denizin deriniliğine atfen yada konum olarak Derince’ nin çukurda yani daha aşağıda yeralmasına aften Derince diye isimlendirilme söylencesinin doğruluğuna ilişkin herhangi bir kayda rastlayamadım.
Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları öncesi Antik Çağ (Ancient Age) denilen zamanlarda Derince’ de herhangi bir yerleşim yerinin bulunup bulunmadığına dair yaptığım belge araştırmasında herhangi bir kayda rastlamadım.
Bizans İmparatorluğu’ dan (Byzantium Empire)
önce bölgede, M.Ö. IV. Yy.da yer alan Bitinya Krallığı (Bithynia Kingdom)
zamanlarında, İzmit’ e (Nicomedia) bağlı,
çeşitli belgelerde adları geçen belli yerleşim yerleri arasında Derince
bulunmamaktadır. Adları geçen yerleşim yerlerini Darıca ile İzmit Arasında
sıralarsam şöyledir; 1. Darıca
(Kalos
Agros), 2.
Eskihisar (Nikeiata), 3. Gebze (Dacybza), 4. Dil İskelesi (Lbyssa), 5. Tavşancıl (Fhlokrene), 6. Hereke (Galakrene), 7. Yarımca (Brunga) ve 8. İzmit (Nicomedia)
gibi yerleşim yerleridir. Bitinya
Krallığı dönemine ait sıkı bir tarama yapmak ve gerçekten yerleşim olup
olmadığını öğrenmek gerekir. (X)
Roma İmparatorluğu (Roman Empire) döneminde ise İzmit (Nicomedia) ile diğer beldeler arasında geçiş yolu olarak kullanılan Derince’ de bazı yerleşim alanları olduğunu zannaediyorum. Muhacır Mahallesi Camisi’ nin güney-batı tarafında temel kazılarında belli Roma lahit ve mezar kalıntıları bulunmuştu. Yörük Mahallesinin en kuzey tarafında, Çenedağı’ nın eteklerinde bulunan Su Kemeri ve Su Sarnıcı benzeri kalıntılarla Roma Havuzu denilen kalıntılar Roma döneminde Derince çevresinde belli yerleşim alanları olduğunun işaretleridir.(X) Derince ve çevresinde herhangi bir kazı çalışması yada antik kalıntı arama çalışması yapıldığını bilmiyorum.
Bizans İmparatorluğu (Byzantium Empire) evresinde ise belli başlı yerleşim yerleri Bitinya Krallığı (Bithynia Kingdom) zamanında olanlarla aynıdır. (X)
İzmit bölgesinin Osmanlıların eline geçmesi ile şehir, ilçe ve beldeler varlıklarını sürdürmüşlerdir. Osmanlılar imar ve mimari ağırlıklarını, İzmit, Yarımca, Hereke, Tavşancıl ve özellikle Gebze’ ye vermişler. Şu anda hala kalıntı halinde yada korunmuş durumda en fazla Osmanlı yapılarına Gebze ilçesi sahiptir. Derince’ nin ortaya çıkması bence tamamı ile Bagdat-Anadolu Demiryolları ve Hicaz Demiryolları’ nın projesinin işlerlik kazanmasi ile başlamıştır. (X) Bu proje Almanların finase edip yapımını üstlendikleri bir projedir. Demiryolu’ nun Derince’ den geçiş tarihi 1873 yıllarıdır. Derince kimliğini Haydarpaşa-İzmit Demiryolu Hattı’ nın 1873 yılında geçişi ile kazanmıştır. Derince’ ye İstasyon Binası, İstasyon Binası’ nın batı tarafında yer alan üç katlı, merdivenli ve cumbalı iki girişi olan bina ile diğer binaların yapımı tamamı ile burada yerleşiklere yönelik bir proje olmayıp, yapımı sonraları düşünülen ve planlanan Derince Limanı ile doğrudan ilgilidir. Derince Limanı’ nın yapımı Almanlar tarafından 1900 yılında başlanmış ve 1904 yılında bitirilmiştir. İnşaatın finansman ve yapımını Osmanlı İmparatorluğu zamanında tamamı ile Almanlar üstlenmiştir. O zamanlardaki planlara göre Derince bölgesi tamamı ile Derince Limanı’ nın gelişme sahası olarak ayrılmış ve buralara yerleşime izin verilmemiş. Derince bölgesi içinde yer alan en eski ve bilinen köy ise sadece eski zamanlardaki adı ile Topllar Köyü’ dür (Çınarlı). Çocukluğumda var olan Atatürk’ ün yaveri Cevat Abbas Paşa’ ya ait ahşap Köşk ise Derince’ de yer alan yegane ilk binadır. Cevat Abbas Paşa’ nın Köşk’ ü etrafında başka yapılaşmaların olup olmadığı konusunu pek bilmiyorum. (X)
Derince’ nin ilk Geçici Yerleşikleri ise Haydarpaşa-İzmit
Demiryolu Hattı’ nın Derince bölümünde çalışan idari çalışanları ile
işçileridir. İdari personelin kaldığı binalar Eski İstasyon Binası’ nın batı
tarafında yer alan demir ve ahşaptan barakalardır. İşçiler ise yeni İstasyon
Binası’ nın arka tarafında kalan ilk adı ile I. İlkokul olan Turgut
Reis İlkokulu’ nun açıldığı ahşap barakalardır. Bu barakalar işçilerin
kalacakları yer olarak yapılmışlar. Sözünü ettiğim bu Geçici Yerleşikleri
Orta ve Doğu Anadolu’ dan toplanıp getirilen göçmen işçilerdir. Demiryolu hattı
döşemesinde çalıştırılacak işçiler İzmit bölgesinden temin edilemediği için
Anadolu’ nun çeşitli illerinden toplanmıştır.(X) Osmanlı İmparatorluğu
döneminde planlanan demiryolları projeleri çeşitli aşamalardan ibarettir. Benim
burada üzerinde ağırlıklı olarak duracağım Derince’ yi ilgilendiren bölümünün
geçişi ile ilgilidir. Haydarapaşa-İzmit Demiryolu Hattı geçirilirken
mutlaka plan ve projelerde Derince bölgesi için kullanılan bir isimlendirme
vardır, ancak şu ana kadar bu isimlendirmeye ilişkin bir kayda rastlayamadım.
Araştırılması gereken konu, Derince İstasyon Binası ve diğer çevre yapılarının
ne zaman inşa edildikleridir. Aydınlatılması gereken diğer bir konuda, var olan
manevra hatlarının ne zaman döşendiğidir. Manevra hatlarının döşenmesi kanımca
Liman’ nın bitirilip işletmeye açıldığı 1904 yılları öncesi olabilir.
Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattının 1873 yılında bitirildiği ve Derince Limanı’
nın yapımına 1900 yılında başlandığı belgelerle kayıtlıdır. Eğer İstasyon Binası
ve diğer çevre binaların yapımı demiryolu hattının Derince yöresinden geçiriliş
zamanı olan 1873 yılı yada Derince Limanı’ nın yapılış yılları olan 1900-1904
yılları ise Osmanlı İmparatorluğu zamanında Derince için kullanılan mutlaka bir
isimlendirme vardır.
(X)
Demiryollarının öyküsü Osmanlı İmparatoruğu zamanlarına dayanır. 18. yy.ın sonlarına doğru Batı ve ABD sanayi devrimlerini tamamlamış ve ticaret için yeni yollar ve sanayileri için gerekli hammadde kaynaklarına kolayca ulaşımı sağlayacak başka ulaşım seçenekleri peşindedirler. Bu dönemler aynı zamanda Fransa’ da Fransız İhtilali ile tohumları atılan yeni tür milliyetçilik akımlarının düm dünyada hızla yayılıp benimsendiği yıllara denk gelmektedir. Hem bu arayışlar, hemde yeni milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri Osmanlı İmparatorluğunu çok zurumda bırakmaktaydı. Dünya Güçler dengesinde yer alan imparatorlukların bir birileri ile kıyasıya rekabet ettiği ve gerektiğinde sürekli çatışmalara girdiği bu zaman diliminde ise Osmanlı İmparatorluğu “Hasta Adam” (Sickman) durumuna düşmüş durumdaydı. Ama yine de güçler dengesinde bir şekilde ömrünü uzatmıştı. Avrupa ve ABD’ de yeni ulaşım yöntemi olarak demiryolları hızla çoğalmaya başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu bu yeni ulaşım yönteminden uzak durmak niyetinde değildi. İmparatorluk topraklarının demiryolları ile sarılması ticaretin kolaylaştırılması açısından önemliydi ama askeri şartlar açısından da çok önem arzetmekteydi. Ama Osmanlı İmparatorluğu, demiryollarının döşenmesi olayında ne teknolojik olarak nede parasal olarak Avrupa ülkeleri ile aynı düzeydeydi. Bu koşullara Osmanlı yönetiminin bulduğu yöntem, Osmanlı yönetiminin de ortak olduğu, bu amaçla oluşturlacak yeni şirketlere demiryollarının finansman, yapım ve işletilme imtiyazlarının özel yasalarla verilmesi yöntemi, bir tarz imtiyaz (concession) Osmanlı İmparatorluğu’ nun yavaş yavaş parçalanma evresine girdiği, yönetimsel ve parsal zaaflar yaşamaya başladığı koşulları ile bu dönemlerdeki demiryolları döşenme projeleri diğer imparatorluk ve ülkelerin çıkarları ile belli oranlarda örtüşmeye başladı. Çıkarları Osmanlı İmparatorluğu ile en fazla örtüşen ülke Almanya olmuştu. Ama Almanya’ nın yanında İngiltere, Fransa ve son evrelerde Rusya’ da vardı.
Osmanlı İmparatorluğu her ne kadar parçalanma ve dağılma evresine girmiş olsada yinede elinde ve hakimiyetinde tuttuğu topraklar ve ülkeler açısından Büyük Güçlerin (Super Powers) etkili ve etkin olmak istediği bir ülkeydi. Osmanlı İmparatorluğu’ nun jeostratejik (topraklarının konumu) ve jeopolitik (topraklarının siyasi yapısı) durumu çok iştah kabartmaktaydı. Nasıl olmasındı? Ta Arnavutluktan yani Avrupa içlerinden Balkanlar’ a ve Kafkaslar’ a oradan Trablusgarp’ ın (bugünkü Libya) yer aldığı Batı Afrika’ ya değin koca bir alanda söz sahibiydi. Bölgeleri sıralarsak Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar, Küçük Asya, Anadolu, Orta Doğu ve Yakın Doğu ile Batı Afrika. Bu güzergahta Haydarpaşa’ dan İzmit’ e ve Adapazarı’ na kadar olan bölge her yönden stratejik bir bölgeydi. Bu özellik Adapazarı’ ndan ta İstanbul’ a kadar olan belli kesimlerin Kuruluş Savaşı yıllarında, Yunanlılar ve İngilizler tarafından işgal edilmelerine yol açmıştı.
Almanlar Orta Doğu’ da bulabilecekleri herhangi bir desteği parasal olarak desteklemeye ve “Berlin’ den Bağdat’ a kadar kuvvetli bir demiryolu hattı kurmaları gerektiği konusunda oldukça istekliydiler. Böyle bir hat böylece Almanya’ yı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Balkanlarda elde edilen bölgelere, Orta Doğu ile Yakın Doğu’ nun da yer aldığı Türk anayurdu üzerinde yer alan toıpraklara bağlamış olacaktı ve bu gerçekleştiği durumda da Osmanlı/Alman kuvvetlerinin denetlediği alanlarda birleşik bir güç oluşmuş olacaktı. O zamanlar varsayımsal (teorotik) olan bu hat neyazıkki ta 1918 yılına değin tamamlanıp gerçekleşemeyecekti, ancak gelişen olaylar bu tasarının ne denli bir stratejik değer taşıdığını kanıtlamış oldu. Almanya’ nın bu hesapları ile Osmanlı’ nın demiryollarını döşetme amaçları bir şekilde örtüşmekteydi. Almanların Berlin’ den Bağdat’a kadar olan demiryolu rüyaları doğal olarak Derince’ den de geçiyordu.
Osmanlı İmparatorluğu ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ nde Demiryolları’ nın öyküsü şöyledir; “Türkiye'de ilk demiryolu 1856 tarihinde bir İngiliz şirketine verilen imtiyazla, İzmir - Aydın arasında inşa edilmiş, 130 km. uzunluğundaki bu hattın yapımı 1866'da tamamlanabilmiştir. İmtiyaz verilen başka bir İngiliz şirketi tarafından yapılan İzmir-Turgutlu-Afyon hattı ile Manisa-Bandırma hattının 98 km. lik kısmı da 1865 yılında tamamlanarak işletmeye açılmış, hattın geri kalan bölümleri ise sonraki yıllarda tamamlanmıştır. 1869 yılında yapım imtiyazı Baron Hirsch 'e verilen 2000 km 'lik Şark Demiryolları’ nın milli sınırlar içinde kalan 336 km 'lik İstanbul-Edirne ve Kırklareli-Alpullu kesiminin 1888'de bitirilerek işletmeye açılmasıyla İstanbul Avrupa demiryollarına bağlanmıştır.
Anadolu 'da yapımı tasarlanan demiryollarının devlet
eliyle inşaası düşünülmüş ve 1871 tarihinde çıkarılan bir irade ile
Haydarpaşa-İzmit hattının yapımına başlanılmış ve emaneten üç bölümde yapılan 91
km 'lik hat 1873 yılında bitirilmiştir. Ancak bundan sonra mali imkansızlıklar
nedeni ile yapımına devam edilemeyen Anadolu Demiryolları ile Bağdat ve Cenup
Demiryolları yapımları Alman sermayesi ile gerçekleştirilmiştir.
Bu şekilde Cumhuriyet döneminden önce çeşitli yabancı şirketler tarafından inşa edilerek işletilen demiryollarının 4000 km 'lik kısmı Cumhuriyetin ilanı ile çizilen milli sınırlar içerisinde kalmıştır. 24.5.1924 tarihinde çıkarılan 506 Sayılı Kanun ile bu hatlar millileştirilmiş ve "Anadolu-Bağdat Demiryolları Müdüriyeti Umumiyeti" kurulmuştur. Demiryollarının yapım ve işletmesinin bir arada yürütülmesini ve daha geniş çalışma imkanları verilmesini sağlamak amacıyla çıkarılan 31.5.1927 tarihli ve 1042 Sayılı Kanun 'la "Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi" adını almıştır.
1953 yılına kadar katma bütçeli bir devlet idaresi şeklinde
yönetilen Kuruluşumuz, 29.7.1953 tarihinden itibaren 6186 Sayılı Kanunla
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi (TCDD) adı altında
Kamu İktisadi Devlet Teşekkülü haline getirilmiştir. Son olarak uygulamaya
konulan 233 sayılı KHK ile ''Kamu İktisadi Kuruluşu'' adını almıştır.”
(01)
Yazıda bazı kısımları ben koyulaştırdım. Dikkat edilirse Cumhuriye dönemindeki yeni yapılanmalar Derince Limanı’ nı da ilgilendirmektedir. Zaten benzer bir açıklamayıda gayrıresmi olarak Derince Liman İşletme Müdürlüğü’ nden almıştım. (02) TCDD Web sayfasında yer alan açıklamalar işin ayrıntısından uzak olduğundan, bu konuda özel bir ilgi ile araştırmalar yapmış Demiryolu ve tren meraklısı Jean-Patrick bir Fransız’ ın oluşturduğu Demiryolu isimli Web sayfasında (03) yer alan bilgileri aktaracağım. Burada yer alan bilgiler oldukça doyurucu ve bilgi sağlayıcıdır. (04) Site her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yer alan tüm demiryollarının öyküsünü anlatıyorsada, ben özellikle Haydarpaşa-İzmit ve İstanbul, Izmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya, Pozantı, Adana, Mersin hattının ayrıntılarının yer aldığı bölümleri ve kurulan şirketlerin öykülerinin anlatıldığı kısımlarla ilgileneceğim. Burada anlatılan öyküler Osmanlı İmparatorluğu ve genç Türkiye Cumhuriye’ ti topraklarında gerçekleşen demiryollarının öykülerine ve olayların geri plandaki siyasi beklentilerine ve ülkelerin uzun soluklu politikalarına da ışık tutumuş olacak.
“TCDD
(Türkiye
Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları), yeni Türk Cumhuriyeti’ nin Anadolu’ da
mevcut demiryollarını devralmak ve ülke gereksinmelerine göre onları geliştirmek
amacı ile 1927 yılında kurulmuş bir kamu kuruluşudur. Cumhuriyet’ ten önce,
Osmanlı İmparatorluğu, tüm imtiyazları özel şirketlere ihale etmişti. Bu
şirketler, ünlü Hicaz Demiryolları (Hedjaz
Railway) dışında, yabancı
sermaye tarafında finasa edilmekteydi.
Osmanlı Yönetimi’ nin kendi demiryollarının yapımında evrensel bir şebeke oluşturma bakışı yoktu ve projeleri iki şekilde sınıflanmaktaydı:
1.) Osmanlı yönetiminin desteğinde, çoğunlukla stratejik nedenlere dayalı olanlar, Hicaz Demiryolları ve Bağdat Demiryolları gibi,
2.) Mevcut talebin oldukça yüksek olduğu, ticari amaçlarla özel çıkar gruplarının desteklediği projeler, İzmir’ den Aydın’a Osmanlı Demiryolu (Ottoman Railway from Smyrna to Aydın ORC) ve İzmir- Kasaba (Turgutlu) Demiryolu (Smyrna Cassaba Railway) sonraki adı ile İzmir-Kasaba İlave Demiryolu (Chemins de fer Smyrne Cassaba et Prolongements,SCP) gibi. Bu tür projeler yerel ve birbiri ile eşgüdümlü değildi.
Herne kadar TCDD’ nin oluşturulması ile tüm hatlar
birbirleri ile bağlantılı hale sokulmuşlarsada, bunlar, ülke gereksinmelerine
uygun bir şebeke oluşturmamaktaydı. Anadolu’ nun büyük kesimi hale demiryolsuz
ve kimi büyük kentlerde hala birbirleri ile bağlantılı değildi. Cumhuriyet
hükümeti bir gelişme programı hazırlayıp bunun yerine getirilmesini TCDD’
ye devretti. Ortalama olarak, TCDD, şebekenin boyutlarını iki katına
çıkarttı (1924
yılındaki 4000Km. den bugünkü koşullarda ki 8500 km. ye).” (05)
“Aşağıda yer alan tablo Osmanlı döneminde Türkiye’ deki tüm şirketleri göstermektedir. Özgün isimlerin çoğu, 19 Yy.la değin Osmanlı İmparatorluğu’ nda Fransızca çoğunlukla uluslararası bir dil olarak kullanıldığı için Fransızca’ dır. Bu tabloda Kars’ a kadar olan demiryolu dalıda yer almaktadır. Yapım anında her ne kadar bu Transkafkasya demiryolu dalı Osmanlılarda olmasada, 1917 yılında İmparatorluk ordularının Kars’ ı fethetmelerinden sonra devranılmıştır.
Kısa Adı |
Tam Özgün Adı |
Hat |
Başlangıç Tarihi |
TCDD’ nin
Devralma Tarihi |
CO |
Société Impériale des Chemins de Fer de la Turquie d'Europe |
İstanbul’ dan Bulgaristan ve Yunanistan’ a |
1874 |
1 Ocak 1937 |
ORC |
Ottoman Railway from Smyrna to Aydın |
İzmir’ den Buca, Aydın, Sarayköy, Dinar ve Eğridir’ e |
1866 |
1 Haziran 1935 |
SCP |
Smyrna Cassaba Railway, sonraki adı ile Chemins de fer Smyrne Cassaba et Prolongements |
İzmir’ den Turgutlu, Alaşehir, Uşak, Afyon ve İzmir oradan Bandırma’ ya, |
1869 |
1 Mart 1934 |
CFOA |
Société de
Chemins de Fer Ottoman d'Anatolie |
İstanbul,
Izmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya |
1873 |
1 Temmuz
1927 |
--- |
Baghdad Railway |
Konya, Adana, Toprakkale, Iskenderun, Islahiye, Mediankebez, Nusaybin, Bağdat |
1904 |
1 Temmuz 1927 |
--- |
Mersin - Adana |
Mersin, Tarsus, Yenice, Adana |
1886 |
---- |
CFMB |
Chemins de fer de Moudiana à Brousse |
Mudanya-Bursa |
1892 |
1932 |
|
Transcaucasus Railways |
Sarıkamış, Kars’ tan sınıra kadar ilaveten Erzurum’ a 750mm dirsek hattı |
1899 |
|
“(06). Yukarıdaki tabloda Osmanlı topraklarında yer alan tüm demiryolları ile ilgili bilgi sağlanmaktadır. Aşağıda yer alan tabloda ise İstanbul İzmit Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya, Pozantı, Adana, Mersin hattı hakkında bilgi sağlanmaktadır.
“Savaş (Kurtuluş savaşı) sonrası, Almanya’ nın sahipliğinde olan demiryollarını devralmak için bir Türk Kamu Şirketi oluşturulmuştu. Bu şirkette TCDD’ nin çekirdeğini oluşturmuştur.
Kısa Adı |
Tam Özgün Adı |
Hat |
Başlangıç Tarihi |
TCDD’ nin
Devralma Tarihi |
--- |
Chemins de fer d'Anatolie Baghdad |
İstanbul, Izmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya, Pozantı, Adana, Mersin |
22 Nisan 1924 |
1 haziran 1927 |
“(07). TCDD’ nin Web Sayfası’ nda benim metnini koyulaştırdığım kısımdaki yer alan Haydarpaşa-İzmit hattına ait bilgiler ile Trainweb.org/demiryolu Web Sayfasında yer alan yukarıdaki birinci tablodaki İstanbul, İzmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya hattının bilgileri örtüşmektedir. İkinci tabloda yer alan bilgiler ise İzmit’ ten itibaren Mersin’ e kadar uzanan hatla ilgili bilgidir. Doğrulanan bu bilgilerden yola çıkarsam, acaba 1873 yılında Derince’ ye İstasyon Binası ve diğer çevre binalar inşa edildimi, edildiyse projelerde Derince’ nin adı ne olarak geçiyordu? O zamanlar Derince’ de bir yerleşim olmadığına göre ne amaçla yapılmışlardı? Tahminlerime göre İstasyon Binaları’ nın yapılması doğrudan, o zamanlar planlanmış olan Derince Limanı’ nı ile bağlantılıydı ve limana kolay ulaşım sağlanması amacı ile yapılmışlardı.
Aşağıdaki tabloda ise I. Dünya Savaşı sonrası Gaziantep ve Suriye yöresi ile ilgili bilgileri içermektedir.
“Bunlara ilaveten I. Dünya Savaşı sonrasında, Fransızların denetiminde olan bölgede yani Gaziantep’ in eski zamanlardaki adı ile Kilikya ve Suriye (Cilicia & Syria) yöresinde yer alan Bağdat Demiryolları’ nı devralacak olan iki Fransız şirketi oluşturulumuştu.
Kısa Adı |
Tam Özgün
Adı |
Hat |
Başlangıç
Tarihi |
TCDD’ nin
Devralma Tarihi |
--- |
Chemins de fer de Cilicie Nord Syrie |
Adana, Toprakkale, İskenderun, Islahiye, Mediankebez, Nusaybin, Bağdat, |
1918 |
--- |
--- |
Société d'exploitation des Chemins de Fer Bozanti Alep Nissibine |
Adana, Toprakkale, İskenderun, Islahiye, Mediankebez, Nusaybin, Bağdat, |
1927 |
1 Temmuz 1933 |
Cenup |
Société Turque des Chemins de Fer du Sud de la Turquie |
Fevzipaşa, Islahiye’ den Mediankebez; Çobanbey’ den Nusaybin ve Payas’ tan İskenderun’ a |
1 Haziran 1933 |
Ocak 1948 |
“(08). Şimdi oluşturulmuş bu şirketlere ve yapılanlara bir göz atalım. Osmanlı İmparatorluğu zamanında demiryolları ile ilgili oluşturulmuş şirketler ve elde ettikleri imtiyazlar ve şirketlerin ulusal kimliklerine ilişkin bilgiler oldukça doyurucudur. Osmanlı yönetiminin demiryollarından beklentileri, Süper Güçler’ in politik hedefleri ve imtiyaz elde eden şirketlerin parasal beklentileri örtüştüğü oranda belli başarılar sağlanmış ama Osmanlı İmparatorluğu’ nun çözülüş evresinde olması ve belli ve ciddi iç-yönetim kargaşaları yaşaması uzun soluklu planlar yapıp bunların sürekli ardında olmasını engellemiş ve şirketlere sağlanan imtiyazlar bekleneni asla karşılayamamış. Cumhuriyet dönemine değin (1924) başarılabilen demiryolu hat mesafesi sadece 4 bin km olmuş ve belli merkezler de asla birbirlerine bağlanamamış.
Osmanlı Deniryolu Şirketi
(ORC, Ottoman Railway Company)
Osmanlı Demiryolu Şirketi’ ne İzmir ve Aydın arasında yer alan hattın yapım ve işletme imtiyazı 22 Eylül 1856 yılında verilmiş. Verilen imtiyaz 1 Ekim 1860 tarihinden itibaren 50 yıl sürmüş, bu hattın açılışı için üzerinde anlaşılan tarihmiş. Ancak, yapım süresi ve maliyetler pek ciddi olarak hesaplanmamış, 1.2 milyon Poundluk başlangıç sermayesi oldukça güdük kalmış ve hattın Aydın’ a ulaştırılması 1866 yılına değin ertelenmek zorunda kalınmış.
İzmir’ den Sefaköy’ e kadar olan İlk bölüm, 30 Ekim 1858 yılında açılmış ve bu Anadolu’ da ve Osmanlı İmparatorluğu’ nda ilk demiryolu olmuş, Orta Doğu, Mısır’ daki İskenderiye’ den Kahire’ ye olan ikinci hat da (1856 yılında) açılmış.
ODŞ adım adım imtiyazlar elde edip hattı 1912 yılında Eğridir’ e değin uzatmayı başarmış, ve son genişletmeyi yapmış. ODŞ, ayrıca 1870’ den beri çalışan ve İzmir’ in çevresinde yer alan Şirinyer’ den Buca’ ya kadar olan Banliyö hattını 1921 yılında elegeçirmiş. Şirketin amacı, zengin Menderes vadisinden maden ve tarım ürünlerini İzmir Limanı’ na taşımakmış. Ancak, bu trafik büyük gelirler elde etmek için oldukça yeterliymiş ve ODŞ’ de asla yeterince kar sağlayan şirket olmamış. Demiryolu şebekesini Anadolu platosuna genişletmek bir şekilde başarılabilirmiş ama ODŞ, hattı Konya yada Afyon’a kadar genişletmek için imtiyazları sağlayamamış. Gerçektende demiryolları imtiyazları oldukça siyasiymiş, İngiliz seçmenleri, Hindistan ve Orta Doğu’ da diğer İngiliz çıkarları ile rekabet edebilecek Osmanlı Demiryollarının yapımına kendi hükümetlerinin yardım etmesine pek istekli bakmıyorlarmış. (siyasi nedenler ve kamuoyu tepkisi, yorum bana ait, EK). “(09).Diğer taraftan, Konya’ bir hattın imtiyazlarını (concessions) Almanlara ve AODŞ, Anadolu Osmanlı Demiryolları Şirketi’ ne, (CFOA) vermişler. Hat ı. Dünya Savaşı sırasında sıkı bir askeri denetim altında tutulmuş ama 1919 yılındaki savaş ertesi iade edilmiş. Alan tamamı ile çatışma bölgesinde kaldığında, Türk Milliyetçileri ile Yunanlılar arasındaki savaş nedeniyle durum tekrar askıya alınmış. (Savaş koşulları, askeri amaç ve hedefler, EK).. Atatürk’ ün elde ettiği zafer sonrası hat, hayli hasarlı durumdaymış, 6 Aralık 1922 yılında tekrar ODŞ’ ne iade edilmiş. ODŞ’ nin imtiyaz süresi sona erince yönetim hattı 1,825,840.- Pound’a satınalmak için düzenleme yapmış ve 1 Haziran 1935 yılında TCDD’ nın bir parçası olmuş.
Hattın üç bölümü mühendislere büyük zorluklar çıkartmış:
1.) Küçük Menderes ve Büyük Menderes vadileri arasındaki dağları geçmek: Selçuk’ tan itibaren 5,8 km boyunca Çamlık’a değin hat 28 derecelik dikine yükselmekteymiş, ve hızla Ortaklar’a doğru aşağıya doğru inmekteymiş.
2.) Sarayköy’ ün doğusunda Anadolu platosunu tırmanmak. Buradada 30 derecelik dikine bir yükseklikle karşılaşılmışi.
3.) Eğridir’e varış: hattın eğimli bir metal viyadük (iki vadi arasındaki köprü) ile gölün kenarına indirilmesi gerekiyormuş.
Aksi durumda, hatlar oldukça düz bir yüzeyden yapıllacak ve böylece azami 13,5 tonluk dingil ağırlığıyla bir katar oluşturulabilirmiş. Karakuyu-Eğridir bölümünde ise bu ağırlık 15 tona çıkabilirmiş.
İzmir Kasaba (Turgutlu)
Demiryolu
(SCR, Smyrna Cassaba Railway)
Osmanlı yönetimi İzmir’ den Kasaba’ ya (şimdiki adı ile Turgutlu) kadar uzanan bir demiryolu hattının yapım ve işletme imtiyazını 4 Haziran 1863 yılında vermiş. Bu imtiyaz, bu amaç için Bay Edward Price’ in kurduğu İzmir Kasaba Demiryolu, İKD isimli bir İngiliz şirketine verilmiş. İKD yapım çalışmalarına 1864 yılında başlamış ve hat 1866 yılında tamamlanmış.
Izmir’ de, İKD istasyon binasını ODŞ’ nin Alsancak istasyon binasının bulunduğu şehir merkezine yakın olan Basmane’ ye kurmuş. Fakat Başmane Alsancak’ ın kalıyormuş ve güneye gidecek katar ODŞ’ nin güneye giden hatlatından geçmek zorundaymış. Bu geçiş bir düzleşme oluşturmuş ve sağ açıdan, Türkiye’ de fotoğrafçılık için en iyi noktalardan birisi haline gelmiş.
ADŞ, hattın Alaşehir’ e uzatılması için 1871 yılında ikinci birt imtiyaz almış. Ancak bu imtiyaz sadece hattın işletilmesi için verilmiş, hattın yapımını bizzat Osmanlı yönetimi sağlamış. Şirket 1887 yılında Manisa’ dan Soma’ ya kadar olan bir kol için üçüncü bir imtiyaz almış ve hat 1890 yılında bitirilmiş ancak yapımının bedeli Osmanlı Yönetimi tarafından sağlanmış.
Osmanlı Yönetimi İzmir Kasaba Demiryolu’ nun rasyonalizasyonu için daima paraya ihtiyaç duymuş. Elindeki haklarını imtiyazları satınalmak ve hattın sahibi olmadığı kısımlarını satınalmak için kullanmış. Sonraları imtiyaz satılmış, ve sonra 17 Şubat 1893 yılında kurulan Uluslararası Yataklı Vagon Şirketi’ (International Sleeping Car Company) nin kurucusu, Nagelmackers’ lara satılmış. Demiryolunun işletilme imtiyazı 12 temmuz 1893 yılında yeni bir Fransız şirketi olan ve 16 Temmuz 1893 yılında kurulmuş olan İzmir-Kasba ve Uzantıları Osmanlı Demiryolu Şirketi’ ne (SCP, Société Ottomane du Chemin de fer de Smyrne-Cassaba et Prolongements).
Anadolu Osmanlı Demiryolları
Şirketi
(Société de Chemins de Fer Ottoman d'Anatolie, CFOA)
Daha sonraları ise, İKUODŞ’ e bağlantının Anadolu Demiryolu ile yapıldığı, Alaşehir’ den Afyon’ a kadar olan hattın genişletilme imtiyazı verilmiş. 6 Mayıs 1899 yılında İKUODŞ ile AODŞ arasında Bağdat Demiryolu görüşmelerinin bir parçası olarak imzalanan anlaşma bazı işbirlikleri için oldukça mesafe katedilmesini sağlamış. Bu anlaşma aşağıdakileri sağlamış:
1.) Karşılıklı trafiği sağlayacak olan Afyon’ daki bir bölümün yapılması;
2.) Yeknesak bir tarife üzerinde çalışacak olan ortak bir komisyonun oluşturulması ve mevcut fiyat savaşına son vermek;
3.) Her bir şirketin müdürü diğer masada oturup anlaşmanın inançla uygulanmasını sağlamaya çalışmış.
Bağlantı 1900 yılında iletmeye açılmış ancak hatta programlı bir trenin konulup konulmadığı konusunda elde bir veri yok.
TCDD, Türkiye Cumhuriyeti Devlet
Demiryolları
Derince’ nin ilk günlerine ve kimlerinlerin nereden nasıl gelip buraya gerleştiklerine dair bilgiler benim anı ve bilgim dışına düşmektedir. Bu alanda yaptığım araştırmanın ve Mübadele Muhacirleri şeklinde izini sürdüğüm belgeleme ve araştırma çalışmasının sonucunu ayrı bölüm olarak aktaracağım.
Nurdoğan Dizbay’ ın aktardığına göre, 1930lara kadar Derince’ de hiç bir yerleşim yokmuş. Bu bölge av bölgesiymiş. Harmantarla ve Öğretmenler Mahallesinin yer aldığı sahalarda sülün sürüleri gezermiş. Zaten bölge Padişahlık zamanı av bölgesi olarak kullanılmaktaymış. İlk yerleşim mübadele muhacırlarının bölgeye yerleştirilmeleri ile başlamış. Bölgeye yerleştirilmek istenen göçmenler, burasını istememişler ilkin. Çünkü şu anki Geçit, Eski Çarşı ve Geçit’ in kuzey tarafı tamamen bataklıkmış. Bataklık ve sazlıklarda da aşırı sinek mevcutmuş. http://www.trainweb.org/demiryolu/history_over.htm
Notlar:
01:
http://www.tcdd.gov.tr/tarihce.html
02:
Derince Liman İşletme Müdürlüğü’ nün gayriresmi
açıklaması,
03:
Jean Patrick Charrey, Trainweb.org/demiryolu Web sayfası: http://www.trainweb.org/demiryolu/history_over.htm,
04:
Trainweb.org/demiryolu Web sayfası: http://www.trainweb.org/demiryolu/history_over.htm,
05:
Trainweb.org/demiryolu Web sayfası, http://www.trainweb.org/demiryolu/history_over.htm,
06:
Trainweb.org/demiryolu Web sayfası, http://www.trainweb.org/demiryolu/history_over.htm,
07:
TCDD Web sayfası ve Trainweb.org/demiryolu Web sayfası,
08:
Trainweb.org/demiryolu Web sayfası, http://www.trainweb.org/demiryolu/history_over.htm,
09: Kişisel yorumlarımı Yatık (Italic) olarak belirttim, EK.
TARİHİ BELGE VE ANILARDA DERİNCE
Batılı kaynaklara göre,
İzmit’ in Türkler tarafından kesin olarak alınışı 1337 tarihidir. Bunu çeşitli
yerli ve yabancı verilerde kanıtlamak olanaklıdır. Anlatıldığına göre, İzmit'in
kuşatmasını Akçakoca başlatmış fakat 1328 yılında ölünce kuşatma diğer
kumandanlar tarafından devam ettirilmiş. İzmit'in fethi Osmanlı kaynaklarına
göre 1326, Batılı kaynaklara göre 1337 olarak gösterilmektedir. Derince’
nin de geçmişi İzmit’ ten ayrı tutulamaz. Onunla iç içedir. Ta bağımsız
muhtarlık oluncaya değin İzmit’ in bağlı bir mahallesi olarak kalmıştır. İzmit'
in alınmasından sonra sonra Derince, Yarımca, Kalburcu, Hereke, Eskihisar
ve Gebze bölgesinin fetih işini İlyas Bey yapmıştır. Ancak bu ifadelerde
geçen Derince tanımı ilginçtir. Sanki Derince, diğer bilinen yerleşim
yerleri gibi anılmaktadır ama Derince’ de yerleşim olmadığı ileri sürülmektedir.
Başka anlatılara göre Derince
Osmanlılar döneminde Çınar Çayırı olarak anılmaktadır. I. Selim zamanında
Çınarlı Köyü olarak kayıtlara geçtiği söylenmektedir.
Ben tarihi
belgelerde Derince’ nin bir yerleşim yeri olarak küçük yada büyük bir köy olarak
adının geçtiğinden emindim. Yada Haydarpaşa-İzmit Demiryolu Hattı ve
Derince Limanı nedeni ile stratejik öneminden dolayı adından mutlaka söz
edilmiş olması, anılması yada belirtilmesi gerektiği varsayımları ile yola
çıkarak, Derince’ nin mutlaka belli bir geçmişi olduğunu inanıyordum. Ama
anlatılanlar yada söylenenler hep Derince’ de Osmanlı İmparatorluğu’ n
dan beri belli bir yerleşimin olmadığı yönündeydi.
Ben belli veriler ile yola çıkıp hep bunların izlerini sürdüm. Çeşitli kitaplar okudum, bazılarını taradım. Internet’ te araştırmalar yaptım. Daha önceden belirttiğim gibi Türkiye ile ilgili herhangi konuda tarihi bir araştırma yapılacaksa, önce bilinmesi gereken şey, aranacak şeyin nasıl bilindiği, tanındığı yada Türklerin dışında yabancılar tarafından o şeyin nasıl ifade edildiğinin belirlenmiş olması gerektiğidir. Derince tarihi belgelerde şu ifadelerle geçmektedir; Derindge, Derindje ve Derindji. Bu farklılık nereden ileri gelmektedir. Bilindiği gibi Atatürk’ ün Harf Devrimi’ ne değin Osmanlı İmparatorluğu’ nun ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ nin kullandığı yazı dili Osmanlıca denilen ve Arap harfleri ile yazılan dildir. Birde İmparatorluğun ikinci resmi ve uluslararası genel iletişim dili haline gelen Fransızca ve İngilizce söz konusudur. Fransızca Osmanlı İmparatorluğu’ n da bir Lingua Franco’ dur. Yani genel iletişim dili. Türkçe isimler önce Arap harfleri ile eğrilmekte ve bükülmektedir. Sonra Arap harfleri ile yazılan Türkçe isimler Fransızca’ ya, İngilizce ve İtalyanca’ ya çevrilirlerken ikinci bir eğrilme ve bükülmeye uğramaktadır. İzmit içinde aynı şey söz konusudur.
İzmit yada Kocaeli olarak araştırmaya başlamadan önce tarihi belgelerde, haritalarda, antik haritalarda yada arşiv özelliği taşıyan belgelerde İzmit nasıl anılmakta ve söz edilmektedir. Bunların bilinmesi gerekir. Yoksa sağlıklı bir bilgi elde edilememektedir. İşte İzmit betimleyen kelimeler;
Astacus (Olbia),
Astagus (Olbia), Nicomedia, Nicomidia, Nikomedia, Nikomedya, Isnicmid,
Iznikmit, Isnicomid, Iznikomit, Ismid, Ismid Sandjak, Ismidt, İzmit, Kodgea
illi, Kocaeli, Astecanus Sinus, Gulf of Astacus, Golphe D’Ismid, Golphe De
Nicomedia, Gulf of Ismid, Gulf of Izmit, Gulf of Nicomedia, See of Nicomedia,
Smits.
Derince’ nin adı kesin olarak 1870 yılından beri
tarihi belgelerde geçmektedir. Çünkü 1873 yılında Haydarpaşa-İzmit Demiryolu
Hattı, İzmit İstasyonu’ n da yapılan bir tören ile hizmete açılmıştır. Bu
demiryolu projesi Anadolu Demiryolları (Anatolian
Railways) olarak bilinen ve
Fransızca adı CFOA,
Société de Chemins de Fer
Ottoman d'Anatolie olan büyük demiryolu
projesinin en belli başlı kısmını oluşturmaktadır. Sonraları Bağdat
Demiryolları (Baghdad
Railways) şeklini alacak ve bunları
diğer büyük projeler takip edecektir. Hattın yapını üstlene Alman firması
Phillip Holzmann hattın yapım imtiyazını elde etmesine rağmen elde
edeceği kazançların yeterli olmadığını ileri sürerek Haydarpşa Limanı’ nında
imtiyazını alır. Ama zaman içinde Haydarpaşa Limanını yeterli görmez ve İmparatorluktan
kendilerine ikinci bir imtiyazın verilmesi için ısrarlı davranır. Sonuçta daha
demiryolu hattı Derince’ ye ulaşmadan Derince’ de liman yapma ve limanı raylarla
demiryoluna bağlama imtiyazını elde eder. Daha hat Derince’ den geçmeden
buraya istasyon binaları yapılması planlara ilave edilir. Hasat zamanı
Haydarpaşa Limanı’ nda yer alan buğday siloları yeterli gelmemektedir. O
nedenle Derince’ ye yapılması tasarlanan iskele ilk olarak buğday
depolama işlevini rahatlatacaktır. Bu nedenle Derince Limanına ilk
yapılan binalar buğday silolarıdır.
Anadolu 'da
yapımı tasarlanan demiryollarının devlet eliyle inşaası düşünülmüş ve 1871
tarihinde çıkarılan bir irade ile Haydarpaşa-İzmit hattının yapımına başlanılmış
ve emaneten üç bölümde yapılan 91 km 'lik hat 1873 yılında bitirilmiştir. Ancak
bundan sonra mali imkansızlıklar nedeni ile yapımına devam edilemeyen Anadolu
Demiryolları ile Bağdat ve Cenup Demiryolları yapımları Alman sermayesi ile
gerçekleştirilmiştir.
Derince Limanı
yada ta 1900 yıllarındaki adı ile Derince İskelesi yada Derince Skelesi 1870
yıllarında Anadolu Demiryolları projesinin büyük bölümünü üstlenmiş olan
o zamanların Alman firması Phillip Holzmann’ ın planlarında yer almıştır.
O zamanların Alman firması Osmanlı İmparatorluğu’ n dan söylendiğine göre
Yap-İşlet-Devret koşulu ile (BOT, Built-Operate and
Transfer) Derince’ ye liman
yapımı için 46 yıllık bir imtiyaz elde etmiştir. Ama aynı firma hala dimdik
ayaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti ile yeni yolların, demiryolu ve hızlı tramvay
yollarının yapım ihalelerini benzer koşullarla aldığını Internet’ teki
sitelerinden yada başka kaynaklardan duyurmaktadır. Derince limanı inşaat 19000 yılında
başlanmış ve 1904 yılında bitirilmiştir.
1914 yıllarına ait ve Almanların söz konusu olduğu başka bir belgede ise Derince isimli bir gemiden söz edilmektedir;
“Almanların bu askeri hareketi bir düşünce sonucu olmayıp
bir kanıt sonucudur. Sadece Almanların savaş için elkonulmuş malzemeleri kendi
kişisel kullanımları için topladıklarını zikretmem yeterlidir. Elimde, Alman
Deniz Kuvvetleri Ateşesi, Humann’ nın böyle bir askeri elkoymayı bir gemi dolusu
yağ için yaptığını belgelen bir resim kopsası mevcuttur. Bu belge 29 Eylül 1914
tarihini taşımaktadır. "26 Eylül tarihli mektubunda zikrettiğiniz Derince
(Derindje) isimli buharlı gemide yer alan malzemeler” bu belge şöle devam
etmektedir “"Alman Hükümeti adına tarafımdan zorla elkonulmuş malzemelerdir”. Bu
belge şunu açıkça belirtmektedir ki Türkiye savaşa girmeden yaklaşık bir ay
önce, Almanya İstanbul’ un (Constantinople)
hükümranlık haklarını bizzat elinin altında tutmaktaydı.” http://www.ukans.edu/~libsite/wwi-www/morgenthau/Morgen04.htm
1920 ile 1921 yılları arasında İzmit’ in ta Sapanca’ ya kadar İngiliz işgali altında olduğu bilinmektedir. İngilizler Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’ yu kolayca neredeyse altı günde işgal eden Yunanlılarla işbirliği yapmışlardır. Zaten Yunanlıların Anadolu’ yu işgal etmeleri İngiltere’ nin onayı ve desteği ile olmuştur. Yunanlılar bugünkü Akmeşe (Armaşa, Arbaş) gelmişler, askeri karargahlarını buraya kurmuşlar ve özellikle Sapanca ve İzmit’ ide kontrolleri altına almışlardır. İşte İngiliz donanmasından bir geminin Derince Limanı’ na gelişi şöyle anlatılmaktadır;
“İngiliz Donanması Derince’ de: Mississippi, Centerville’ in yerlilerinden Amiral Briscoe Deniz Kuvvetleri Akademisi’ n den 1918 yılında mezun olmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında Atlantik Donanması’ n dan Alabama isimli gemide ve Fransa Brest’ de faaliyet gösteren Roe isimli destroyerde görev yapmıştır. Savaş sona erdikten sonra, savaş sonrası ilk görevini USS Kearsarge’ de yapmış ve 1919 yılında da İstanbul’ un Doğu Suları’ n da demirleyen USS Humpherreys’ de makine subayı olarak vazife almıştır. 1920-1921 yılları arasında Türk-Yunan savaşında da, Derince, Türkiye’ de (Derindge, Turkey) yer alan bir Deniz Kuvvetleri İndirme Birliği’ ne komutanlık yapmıştır.” http://www.spear.navy.mil/ships/dd977/adm.htm
İngiliz askerinin anılarında ki iki günü tamamı ile İstanbul’ dan Derince’ ye tren ile yola çıkışı ve Derince’ ye varışı ile ilgilidir. Parantez içinde yer alan yorumlar bana aittir ancak yer alan şehir isimleri kullanılan özgün isimlerdir. E.K.;
“21 Mayıs 192 – (Bugün) İlginç bir şey
olmadı –Barış koşulları Almanya’ ya sunuldu, ancak cevap şüpheli görünüyor.
Dolaşan söylentilere göre, İstanbul ('Stamboul) ve İzmir’
de (Smyrna) Türk ve
Yunanlılar ile çatışmalar varmış. Bu da olasılıkla bizleri için sadece Pera’ ya
(bugünkü
İstiklal Caddesi) izin verilecek demektir. İstanbul ('Stamboul) sınırdışı
kabul ediliyor. Dışarı çıkmasına izin verilen bütün askerler çifter çifter
dolaşacak ve donanımları yanlarındaysa silahlı olarak
dolaşacaklardır.”
….
“26 Ocak 1920, Dinlenme Kampı, Derince (Derindji). Atto isimli büyük bir tahıl gemisinin tahliyesinde gözetmenlik görevini gönüllü olarak yerine getirmek için, altımız bugün buraya vardık. Cuma yada Cumartesi gününe kadar (burada) kalacağız, Oratava’ daki (Oratava’ nın ne olduğunu tespit edemedim) pasaja geçme önceliğimiz bulunmatadır. Güzel bir yolculuk yaptık. Her ne kadar iki kez (yolculuğumuz) kesintiye uğrasada- örneğin Nostancı’ da (Nostandji yani Bostancı) ve Pendik’ te, yanlışlıkla daha önceki durakta ??’ e rapor vermek için götürülmüştük. Derince (Derindji) İzmit (Ismid) ve aynı ismi taşıyan körfezden yaklaşık 20 dakika uzaklıktadır – görünürlerde neredeyse hiç köy yok, sadece istasyon binaları ve liman dokları. Uzak köşelerindeki manzara oldukça güzel, kar-kaplı tepeleri adeta İsviçre’ yi andırmakta. Ancak bu taraflarda, alçak tepelerden, alçak çalılık ve muazzam ağaçlarla kaplı alanlardan başka hiçbir şey göze çarpmıyor. Bu yerin belli başlı özelliği sadece şunlar; çakallar, köpekler ve lokomotifler.” (I.Dünya Savaşı’ nda Bir İngiliz Askeri’ nin Anıları) http://members.madasafish.com/~sheila_weston/dadswar.htm
İsviçre’ yi andıran kar-kaplı güzelim Derince tepeleri, çakalların ve vahşi köpeklerin kol gezdiği fundalık ve balta girmemiş ağaçların kaplı olduğu geniş alanlar. Nerede kaldı acaba o güzellikler 1920lerdeki! Tüm bu güzellikleri hep işgal kuvvetlerimi tarumar etti acaba! Dedelerim 1935’ lerde Derince’ ye yerleşmeye başladıklarında da Derince gür meşe ağaçları ile kaplıymış. Dereleri gürül gürül akarmış, suları şırıl şırılmış. Şimdilerde tekrar yapılan yeni Cumhuriyet İlkokulu’ na gidişte üzerinden geçilen ve boydan boya üzeri betonla kaplı olan İbrikdere’ den zor geçilirmiş. Burada yer alan Kaynak’ ı ben hatırlıyorum. Benim çocukluğumda dahi etrafı o denli fundalık ve gür meşe ağaçları ile kaplıydı ki! Güzellikleri öldürmede biz Türk milleti sanırım dünyada hiç kimseyi kendimize rakip kabul etmeyiz.
Türk Suları’ nda uzun süre görev yapan Amerikan Filolarının komutanı Tuğamiral Mark Lambert Bristol 1919 yılının sonlarında Yüksek Komiser olarak görevlendirilir ve Yakındoğu işleri ile yakından ilgilenmeye başlayan Amerika’ ya Osmanlı İmparatorluğu’ nda neler olup bittiğini rapor etmeye başlar. Telgraflar halinde giden bu haberler doğrudan ABD’ nin Dışişleri Bakanlığı’ na (State Department) gönderilmektedir.
ABD belli aralıklarla dış ilişkileri ile ilgili gizli belgelerini açıklıyormuş. 1803-1924 yıllarını kapsayan ve Türkiye’ yi ilgilendiren gizli belgelerin tümü Ankara’ da ki Amerikan Kütüphanesine getirilmiş.
Bugünkü Amerikan Hastanesi Mark Lambert Bristol’ un adını taşımaktaymış. Sn. Orhan Duru bu gizli belgeleri incelemiş ve içlerinden Türkiye’ yi ve Kurtuluş savaşı yıllarını kapsayanları derleyip bir kitap haline getirmiş. Bu kitapta yer alan telgraflardan bir tanesinde ise Derince ile ilgili bilgiler geçmektedir. Bende o telgrafta yer alan sadece Derince kısmını aşağıya aktardım;
...
“İngiliz Birlikleri izmit Körfezi’ nin kuzey kıyısında birliklerini yoğunlaştırmayı sürdürüyorlar, şimdi sayıları on bin kadardır. Adapazarı’ ndan ve daha uzak yerlerden çekilmişler ve Derince’ de mevziye girmişlerdir. Hükümet’ in ve müttefiklerin desteğini alan Çerkez haydut Ahmet Anzavur’ un başarısızlık tehlikesiyle karşılaştığı bildirilmiştir. Bristol.” (Amerikan Gizli belgeleriyle Türkiye’ nin Kurtuluş Yılları, Orhan Duru, Türkiye İş bankası Kültür yayınları, İstanbul)
22 Ocak 1938 tarihinde Atatürk’ ün İzmit üzerinden Derince' ye geçtiği kaydedilmektedir. Aktarılanlar şöyledir;
“4. Yalova Termalde Atatürk Odası: Atatürk'ün emirleriyle 1934 yılında inşasına başlanılan Termal oteli ancak 1938 yılı Ocak ayında tamamlanabilmiş 22 Ocak 1938 tarihinde özel treni ile Derince İstasyonu’ na gelen Atatürk oradan Yalova'ya gelmiş otelin açılışında bulunarak ilk konusu olmuştur. burada özel dairelerinde 1 Şubat 1938 tarihine kadar 10 gün dinlenen Atatürk banyo almış banyodan sonra özel doktoru Prof . Dr. Nihat Reşat Belger tarafından muayene ve hastalığı teşhis edilmiştir. Yalova Termal otelinin üst katlarındaki Atatürk'ün özel dairesine yine özel bir asansörle çıkılmaktadır. Bugün (Atatürk'ün yatak odası) adı altında korunan dairenin bir holü bir odası birde banyosu bulunmaktadır. Yatak odasına Atatürk'ün ceviz bir karyolası vardır. Üzerinde bej renk bir yorgan örtülüdür. Oda da üç koltuk bir kanepe birkaç sandalye bir de masa, masa üzerinde kristal bir sürahi ve iki bardağı yer almaktadır. Özel asansörle inilen Atatürk'e ait banyo dairesinin ise bir dinlenme salonu bir banyo havuzu ve masaj odaları ve mermer küvet bulunmaktadır.” http://www.ataturk.net/ata/yalova.html
Derince’ nin adı Nazım Hikmet’ in sonraları yayınlanmış ve
belli bir düzeni yada zaman sırlaması
olmayan şiirlerinin toplandığı Memleketimden İnsan Manzaraları isimli
kitapta geçmektedir. Kitabın başında yer alan ithaf cümlelerinde “939’ da
İstanbul’ da tevkifhanede başlanıp ....biten bu kitap ona ithaf edilmiştir”
şeklinde geçen zaman dilimi 1939lar Türkiye’ sidir. Nazım Hikmet farkında
olmadan Derince’ nin tarihi kayıtlara geçmesine vesile olmuştur.
Haydarpaşa-İzmit Demiryolu hattında, Selimiye Kışlası’ dan başlanıp Haydarpaşa
İstasyonu’ ndan itibaren belli başlı istasyonları da anarak, tren yolcularının
aralarında geçen ilişkiler şiirsel bir yapı ile betimlenerek
anlatılmaktadır.
Derince adının Nazım Hikmet’ in bir şiir kitabında geçtiğini öğrenmiş ve bunu not etmiştim. Çeşitli kitapevlerine giderek, Nazım Hikmet’ i seven, roman ve şiirlerini bilen kişilerle görüşmüştüm. Ama Derince’ nin adının hangi eserinde geçtiği bilgisini elde edememiştim. İmdadıma Internet’ te yaptığım uzun araştırma ve sorgulamalar sonucu karşıma çıkan Nazım Hikmet hayranı bir site yetişti.
Site İngilizce idi ve ben derdimi İngilizce olarak anlatmış ve yardımcı olup olamayacaklarını sormuştum. Sevindirici cevap iki üç gün sonra geldi. Email mesajı Türkçe idi. Beni hem sevindirmiş hem de çok şaşırtmıştı. Mesajda Saime Göksu hanım kısaca şu müjdeyi veriyordu bana;
“... Hangi şiirinde olduğunu tahmin edebiliyorum. Hangi şiiri olduğunu tahmin ediyorum. En kısa zamanda bulup gönderirim...”.
Bende teşekkür mesajımı Türkçe yazmıştım. Ne çok mutlu etmişti beni Saime hanımın mesajı. Saime hanımın yaşam öyküsünü okudum sonra sitesinden. Düşünceleri nedeni ile mapusta yatmış, çile çekmiş ve bir gün ver elini İngiltere. Orada yerleşmiş, evlenmiş bir İngiliz ile. Nazım’ a olan düşkünlüğü ona “Romantik Komunist” isimli bir kitap yazdırmış eşinin yakın desteği ile. Kitaplarını tanıtmaktaydılar sitelerinde. Neyse ve cevapta kısa süre sonra gelmişti. Şöyle diyordu;
“...
Memleketimden İnsan Manzarakları’ nda Haydarpaşa-İzmit yoluda Derice
istasyonundan geçerken Kambur Kerim’ in hikayesi analatılır: Adam Yayınları’ nın
baskılarında 68 nci ve 70 nci sayfada geçer Derince İstasyonu... Saime.”
http://www.umut34.freeserve.co.uk/nazim/
Şiirsel anlatıda geçen olayların yıllarını Hicri takvime göre zikretmiş. 1937’ ler gibi örneğin. Dönem Kurtuluş Savaşı sonrası yılları olmalı ama pek emin değilim. Romanda konu edilen tren Haydarpaşa-İzmit hattındadır. Haydarpaşa İstasyonu’ ndan kalkar, sırası ile belli istasyonlarda durur. Nazım Hikmet istasyon isimlerini bazen bizzat anar. Pendik, Hereke, Yarımca ve Derince. Ve devam eder, araya başka yaşam öykülerini, yer adlarını sokar. Şimdilerde kimselerin bilmediği yada merak etmediği yerleri sayar. Örneğin Kocaeli ormanlarını bir harika betimlerki inanılmaz. Akmaşa’ dan söz eder. Şimdiki adı Akmeşe olan, yada Osmanlı zamanında Arbaş olan bugünkü Akmeşe’ den. Tren, adeta o zamanların Türkiye toplumundan birer numune insanın bulunduğu bir topluluktan oluşmuş yolcu kütlesini taşımaktadır. Ancak çoğunluk mahkumlardır, kader kurbanlarıdır, çilekeşlerdir.
Nazım Kocaeli’ nden şöyle söz etmektedir; “Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir, yüksek, kalın. Gökyüzü gözükmez. Sakin bir geceydi. Hafif yağmur yağmıştı biraz önce. Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar, karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim’ in. Solda, ilerde, tepenin eteğinde ateş yanıyordu: “Tekneciler” diye anılan gavur çetelerinin olmalı...”. Nerede acaba o gökyüzünün görülemediği Kocaeli’ nin gürgen ve meşelik ormanları?
Nazım romanında Derince’ den de şöyle söz etmektedir, bilmeden Derince’ yi kendisi ile ölümsüzleştirmiş olacaktır öyküsünde;
“..
Derince’ ye yaklaşıyor tiren. Basri Şener bakıyor Kerim’ e. Ve kocaman
burnunun altında kırpık bıyıkları gülümseyerek: “-Kambur felek,” diye düşünüyor,
“kambur felek, kim bilir ne muzur şeymiş ki Allah onu bu hale sokmuş.”.....”.
.....
“...Durdu tiren. Derince. Genç bir subay indi
ikinciden. Bir gebe kadın bindi üçüncüye. Kampana. Düdük.
Hareket.....”
Nazım romanının ilerleyen sayfalarında bu gebe kadın üzerine kuracaktır kurgusunu ve ondan bir daha bahsedecektir “Derince’ den binen gebe kadın” olarak. (Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Adam Yayınevi, Sf. 68-74)
1950 BÜYÜK BULGARİSTAN GÖÇÜ, KORE SAVAŞI VE TÜRKİYE’ NİN NATO ÜYELİĞİ
1950 yılında Demokrat Parti’ nin iktidarda olduğu dönemde, Türkiye’ nin başına beklemediği iki olay çıkar. İkisine de hiç hazırlıklı değildir. Ülke Tek Parti yönetiminden çok partili döneme henüz geçmiştir. Ülke genel seçimlerden henüz çıkmıştır. DP yönetimi CHP’ den devralmıştır. Olaylardan ilki Kuzey Kore’ nin Güney Kore’ ye aniden saldırması ve ülkeyi işgal etmesidir. Kuzey Kore, dünyanın gösterdiği tüm tepkilere rağmen korkusuzca askeri hareketini devam ettirir. Birleşmiş Milletler daha henüz oluşturulmamıştır. Adı Milletler Cemiyeti’ dir ve asıl karar alıcı üyeler arasında bulunan Rusya’ nın geçici bir süre karar merciinden uzaklaşmış olması Kuzey Kore’ ye karşı alınacak kararlara karşı engelleme hakkını da uzak tutmuştur. II. Dünya Savaşı’ nın sendromundan kurtulmaya çalışan dünya ülkelerini bu durum oldukça tedirgin eder. Diğer taraftan da dünya sonraları Soğuk Sacaş yılları denilecek bir döneme doğru adım atmıştır. Ülkeler Komunist ve Demokratik ülkeler olarak kutuplaşmaktadır. Tüm dünyada kommunizmin yaygınlaşması ve yayılması korkusu vardır. Bunun dışında dünyanın geni gücü olan ABD hür dünyanın liderliğine soyunmuştur ve o günkü koşullara göre Pasifik’ te oluşabilecek küçük bir güç dengesi sonu gelmeyecek başka bir dünya savaşına yol açabilecektir. Peki ama II. Dünya Savaşı’ na katılmamış, ne yönetiminde ne de ekonomisinde göze çarpan bir atılımı gerçekleştirememişve tamamen kendi içine kapanmış Türkiye için tüm bu olup bitenler ne anlam ifade etmektedir. Doğal olarak tamamen iç politik dertlerle yoğrulmuş Türkiye ve yöneticileri için hiçbir anlam ifade etmemektedir. Zaman Türkiye için sonraları farklı sonuçlar ve fırsatlar doğurmuş olsa bile. (Demokrasimizin İsmet Paşa’ lı Yılları (1944-1973), DP’ nin Altın Yılları (1950-19*54) Metin Toker, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Ocak 1991)
Ancak diğer taraftan 1950 senenin ortalarına doğru Türkiye’ ye dayatılan ve önüne konulan ikinci bir olay ülkeyi oldukça uğraştıracak, başta o günlerdeki yöneticileri ve Türk halkını ise tamamı ile tedirgin edip üzecektir. Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı Türkiye’ nin Sofya Büyükelçiliği’ ne bir Nota verir. Türkiye’ nin Sofya Büyükelçisi Şefkati İstinyeli’ dir. Bulgaristan ülkeden göç etmek isteyn yaklaşık 250 bin Türk azınlığına, 18 Ekim 1925 Anlaşması’ na (Konvansiyon) göre izin verecektir. Türkiye’ ye üç ay gibi bir süre tanır. Gerçekten bu kolay kabul edilebilecek ve hazmedilebilecek bir Nota değildir. Bu Nota Ağustos 1950, Büyük Bulgaristan Göçü’ nün başlangıcıdır. Derince’ nin geçmişinde de önemli yerini alacaktır.
Bulgaristan’ nın dayattığı bu durumu Türkiye çaresiz kabul edecektir. Kabul etmeyip ne yapacaktır ki! Kendi soyundan, kendi kanından olan koskoca bir topluluğu kendi kaderlerine mi terkedecektir! Durumu kabullenecektir kabullenmesine de, diğer taraftan böyle, kısa bir sürede 250 bin gibi büyük bir göçmen kitlesini nasıl karşılayacak, nasıl iskan edecek ve böyle bir ekonomik külfetin altından nasıl kalkacaktır!
Bir de işin başka tarafları da vardır. Bulgaristan komunist bir ülkedir. Sovyet Rusya’ nın denetimi ve güdümü altındadır. Bulgaristan’ nın yaptığı iş aslında bir tür savaş ilanıdır. Ama Türkiye’ de kendisini olası bir savaş halinden, arkasında Rusya’ nın desteği bulunan komunist bir komşusu ile savaşa sürtüşme olasılığından uzak tutmak istemektedir. Henüz Nato üyesi değildir. Ülke güvenliği, Bulgaristan’ nın vize vermeksizin kitleler halinde zamanlı zamansız sınır kapılarını açarak Türk göçmenleri Türk sınırına yığması ve ülkedeki çingenelerden kurtulmak istemesi. Bulgaristan yönetiminin bu keyfi tutumundan dolayı, Türkiye iki kez sınırlarını kapatmak zorunda kalır. Ama sonuçta çaresiz belli denetimler oluşturarak neredeyse 250 binlere varan büyük bir Türk asıllı göçmen kitlesini ülke bağrına basar. O zamanlar Bulgaristan’ daki Türk kökenlilerin toplam sayısı, Türkiyenin Sofya Büyükelçisi Şefkati İstinyli’ ye göre 850 bin civarındadır. Başbakan Adnan Menderes’ e göre bu bir “Bulgar olupbittisi” dir.
Bulgaristan Türk asıllı göçmenleri Eylül ayında kafileler halinde yollamaya başlar. İlk kafiler 165 kişdir. Ay sonunda ise rakam 27 binlere dayanır. Ardından 600 kişi daha. Daha sonraları başka kaifleler. Rakam 120 binlere ulaşır. Türkiye konuyu Birleşmiş Milletler’ e götürür, Bulgaristan’ nın uluslar arası göçmenlik anlaşmalarına ve 18 Ekim 1925 Anlaşması’ na (Konvansiyon) aykırı hareket ettiğini vurgulayıp şikayet eder. Ama BM’ in bir yaptırım gücü yoktur. Göçmen kitleleri vizeli vizesiz trenle yada sınıra kadar yaya yürüyerek akın akın Türkiye’ ye akar. İstanbul Sirkeci ve Zeytinburnu’ ndaki Gömen Misafirhaneleri’ ne yığılır.
Türkiye göçmenleri bağrına basmasına basarda ekonomik olarak
bu külfetin altından nasıl kalkacaktır. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekomomik
zorluklardan ülke daha kendisini kurtaramamıştır. Türkiye Uluslararası
Göçmenler Örgütü’ ne (IEO, International
Emmigration Organisation) ve ABD’ nin Marshall Planı Örgütü’ ne
(Marshall Plan
Organisation) başvurur. Bundan başka ülke çapında yayınlaştırılıacak olan
“Göçmenlere Yardım Birliği” kurulur. Yardım kampanyasını ilk başlatan 3.
Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar yapar. Başlatılan diğer bir bağış
kampanyasıda, mektup, telgraf, sinema, tiyatro, otobüs biletlerine, otel,
lokanta faturalarına yapıştırlılacak olan 1 Kuruş’ luk pul. Bunun adı da
“Kardeşlik Pulu” olur. Gözlere rakam çok komik görünebilir. Ancak yıllar,
yıllar ardından gelen ve neredeyse günümüzde artık kanıksanan ekonomik krizler,
Türk parasının değerini ne hallere sokmuştur. Cumhurbaşkanı’ nın yaptığı bağışın
tutarı 2,500,000.- TL’ dir. Bu rakan 1950 yılına göre büyük bir tutardır. O
yıllarda 1 £ = 7 Lira 90 Kuruş, 1 $ = 2 Lira 80 Kuruş’ tur. Bugün (09/08/2001)
ise 1 £ = TL’ dir, 1 $ = 1,375,000 TL’ dir. (Demokrasimizin
İsmet paşalı Yılları (1944-1973), DP’ nin Altın Yılları (1950-19*54) Metin
Toker, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Ocak 1991)
Neden büyük bir Türk azınlık Bulgaristan’ da yaşamaktadır. Olayın tarihi geçmişine kısaca bir göz atmakta yarar vardır. Osmanlıların Bulgaristan’ ı fethetmelerinden sonra ülkede Müslümanlık hızla yayılır. Osmanlı İmparatorluğu ele geçirdiği ülkelere Anadolu’ nun çeşitli yörelerinden belli toplulukları yerleştirir. İşte bu yeni gelen Müslüman Türk grupları geldikleri yerlerdeki yerleşiklerle zaman içinde kaynaşırlar. Gelenlerin hepsi bu aynı katman insanlardan oluşmaz. Bunlar arasında Küçük Asya (Asia Minor) denilen Ege bölgesi civarlarından, Anadolunun yakın ve uzak köşelerinde yaşayanlardan, savaş esrileri, etnik kökenli köleler ve zaman içinde müslümanlaşmış yerel halkta vardır.
Müslüman Türklerin, Bulgaristan’ dan göçleri neredeyse 120 yıldır sürmektedir. Ne zaman başladığı yada ne zaman olduğu hiç önemli değildir. Ama göçler çoğunlukla hep komşu bir ülkeye Türkiye’ ye olur. Bulgaristan devleti ve kamuoyu uzun aralıklarla da olsa oluşan bu büyük göç hareketlerine hep ya böyle bir olay olmamış gibi sessizce bakmıştır yada kendi tabiyetlerinde olan bu insanların yaşadıkları acılara kulaklarını tıkamışlardır. Şimdi ta başından beri Bulgaristan’ dan başlayan Müslüman Türk göçlerinin zamansal sıralamasına bir göz atalım;
- 1878 ile 1912 arasında yaklaşık 350 bin Müslüman (Türkler, Pomaklar, Çerkezler ve Tatarlar) Bulgaristan’ dan göç eder,
- 1913 ile 1934 yılları arasında her yıl, Uluslararası yasalarla düzenlenen bir anlaşma çerçevesinde 10 ile 12 bin insan Bulgaristan’ ı terk eder,
- 1940 ile 1944 yılları arasında ki II. Dünya Savaşı döneminde de, Bulgaristan’ da uygulamaya sokulan bireysel malların zorla devletleştirilme uygulamasının başlaması ile doruğa çıkan ve sayıları 15 binleri bulan bir göç yaşanır,
-
1950 ile 1951 yılları arasında ise Türk
yetkililerine göre 250 binin üzerinde Bulgar aydınlarının araştırmalarına göre
(gerçek rakamların
o günlerdeki yönetim yapısı nedeni ile asla bilinemiyeceği belirtiliyor)
155 binin üzerinde insan Türkiye’ ye sığınır. Bunlarda belli bir
kısım Derince’ ye yerleştirileceklerdir.
-
1968 ile 1978 yılları arasında her
iki ülkennin parçalanmış ailelerin birleştirilmesi anlaşması kapsamında ise
yaklaşık 130 bin kişi daha ülkeyi terk eder,
-
1989 yılında ise, Özgürlük sonrası
döneminde en büyük göç yaşanmıştır. Yaklaşık 360 bin kişi ülkeyi terk etmiş ve
bunlardan yaklaşık 240 bini Türkiye’ de temelli kalmıştır. Aradaki farkı
oluşturan insanlar ise Civkof (Zhivkov)’ un
devrilmesinden sonra geri döndüğü ileri sürülmektedir. Ama kimse kesin
rakamlarla konuşamamaktadır. Bu büyük göç Civkof’ un ülkede başlattığı
Canladırma Süreci (Vazroditelen Protses)
ile başlamıştır.
- 1990 ile 1997 yılları arasında ise ülkede yaşanılan kötü ekonomik koşullar nedeni ile ülkeden her yıl yaklaşık 30 ile 50 bin kişi geçici vizeler alarak, turistik amaçlarla yada iş bulma gibi başka gerekçelerle Türkiye’ ye göçmüştür.
Bazı uzmanların
tahminlerine göre yalnızca 1989 ile 1996 yılları arasında gerekçeleri ne
olursa olsun Bulgaristan topraklarını terk eden insan sayısının 400 binlere
ulaştığı şeklindedir. (The Social And
Cultural Adaptation Of Bulgarian Immigrations In Turkey, Antonina Zhelyazkova,
The Story Of Ethnic Turks In Bulgaria Beginning From 1878 Up To
1989)
Derince’ nin Geçmişi’ nde de önemli bir yer tutacak olan bu göç olayı, Türkiye’ nin 1935 Büyük Romanya Göçü’ nden sonra yaşadığı ikinci büyük göç olayıdır. Birinci göçün üzerinde daha 15 yıl geçmemiştir bile. Büyük Romanya Göçü’ nden belli bir kitle yaklaşık 30 ile 60 aile Derince’ ye iskan ettirilir. 1950 Büyük Bulgaristan Göçü’ nden de belli bir göçmen kitlesi Macır (Muhacır= göçmen) Mahallesine yerleştirilir.
Peki ama Bulgaristan’ nın birden bire böyle büyük bir kitleyi
ülkesinden atmak istemesinin ardında ne vardır? Bulgaristan’ nın o günkü
koşullarda, kendi tabiiyeti altında bulunan, ne daha önce ne de o ana değin
hiçbir sorun çıkarmamış Türk Azınlığı’ na böyle davranmasının ardında ne
vardır? Böyle bir karar ile, göçmenlerin çoğunluğunun çiftçi ve tarım çalışanı
olması nedeni ile kendi ekonomilerini zor durumda bırakacak ve ülke ekonomik
krize girecek ve belkide açlıkla yüz yüze kalacaktır. Nitekim de kalmıştır. Çok
sonraları, yıllar yıllar sonra, gizliden de olsa, bu duruma karşı olan, gerçeği
gören belli Bulgar Aydın ve Bilimadamları ve Sivil Toplum Örgüt çevreleri bu
konularda araştırmalar yapacaklar, belli çalışmalar kaleme alacaklar ve
göçmenlerin yaşadıkları zorlukları ile ülkelerinin yaşadığı ekeonomik zorlukları
ortaya koyacaklardır. Ama bu üçüncü Bulgar göçü olan 1981 göçünden yıllar sonra
olacaktır. Çünkü ülkede komunist bir yönetim vardır. İlk göç 18 Ekim 1925
tarihinde imzalanan anlaşma ile yapılmıştır. Şimdiler de ise ülke
yönetiminde yerlerini alan Haklar ve Özgürlükler Hareketi iel Türkler
Bulgaristan’ ın yönetiminde söz sahibi olmuşlardır. Nereden nereye! (Between
Adaptation And Nostalgia: The Bulgarian Turks In Turkey Dedicated to
the 50th anniversary of the Universal Declaration of Human Right, Edited By Antonina Zhelyazkova, International Center For
Minority Research And International Relations, Sofia
1998)
Evet Bulgaristan’ nın bu akıl almaz politikasının gerisinde Rusya’ nın gizli planları vardır. Bulgaristan’ nın bağımsızlığına kavuşmasından beri kendi yerlerinde oturmaya devam eden Türk kökenli vatandaşları Bulgaristan’ da kesinlikle ve hiçbir zaman yöneticilere ve sisteme bir dert ve sorun çıkartmamışlardır. Bunu hem Bulgar yönetimi hemde Bulgar aydınları kabul etmektedir. O zaman 1950 yılında başlatılan ve neredeyse bir yıl süren Canladırma Süreci’ nin (Vazroditelen Protses) gerisindeki amaç nedir?
Bu Yazi Denemesi
Hazirlik Asamasinda Olup Tamamlanmamistir, Erkan Kiraz on
25.08.2001.
Tentative
edition and asseyed by Erkan Kiraz
on 25.08.2001.
http://www.community.webshots.com/user/erkankiraz
http://www.community.webshots.com/user/erkankirazi
http://www.community.webshots.com/user/erkankiraz2
http://www.community.webshots.com/user/erkankiraz3
http://www.virtualtourist.com/erkankiraz
http://www.trainweb.org/demiryolu/
site:
Jean-Patrick
Charrey, contributions
& translation into Turkish by Erkan
Kiraz
erkankiraz@yahoo.com 25.08.2001
© Copyrighted to
Erkan Kiraz.
Bu yazi ancak kaleme alanin izni alinarak
tekrar yayinlanabilir yada dağıtılabilir.
This study may be
re-copied or re-distributed only with prior consent of its Author.
Prepared By Erkan Kiraz erkankiraz@yahoo.com on 25.08.2001